Düşüncenin sapakları vardır, düşündükçe önümüzde yol ayrımları belirir ve devamlı geçişler yaşarız. Fakat ayrımların sebep olduğu geçişler yalnızca bireysel edimi etkilemez, toplumsal bütünün parçası olduğumuzdan ötürü çevremizdeki kişileri de tesirimizde bırakıp Meksika Dalgası’na nazire zincirlemek bir etkide bulunuruz. Birine kızdığımızda oluşan negatif enerji bir başkasına sirayet eder ve bu trafik nihayetinde temelsiz bir öfkenin körüklenişine yol açar. Halbuki bu akışın içerisinde biri durup etrafına baksa, toprağın yalıtıcı etkisini hatırlasa, sözcüklerin anlam zenginliği ve derinliği üzerine kafa yorup itidalle düşünse belki de netice değişecekti. Edebiyatın bir rolü de bu, topluma farklı bir bakış açısı katmak. Ki Foucault‘nun da dediği gibi: “Sana kendin hakkında dürüst tavsiyelerde bulunan iyi bir hakikat anlatıcısı, senden nefret etmediği gibi, seni sevmez de.” Yalnızca gerçeğini anlatır. O halde bireyle eser arasındaki ilişkiyi yeni baştan düşünmek ve irdelemek gerek.
Bilimkurgunun yalnızca gösterişli uzay araçları, görkemli şehirler ya da göz alıcı giysilerden ibaret olduğu yanılgısı yapıtları tek bir noktaya sıkıştırarak niteliksizleştirir. Halbuki derinliğini yakalayan, hayatı damarından kavrayan bir metnin türü ne olursa olsun en başta insanın duyumsama şeklini göz önünde bulundurması ve okurun metinle kuracağı ilişkiyi gözden geçirmesi gerekir. Zira anlatıcılığın temelinde iki temel mefhum vardır: Mimesis ve Katharsis. Aristo’nun anlatılar üzerine kaleme alınan ilk eleştiri yapıtı olarak değerlendirilen Poetika‘sında geçen bu kavramlar, okurun sahnedeki kişiyle kuracağı bağı ve tesirini nitelendirir. Mimesis sahnedeki aktörün eyleminin izleyiciye yansımasına tekabül eder, böylece kendini o kişinin yerine koyabilir, onun görünümüne bürünebilir; Katharsis ile de bu eylemin neticesinde hissedeceği arınmayı açıklar. Tıpkı gladyatör dövüşlerinde sağlanan arınmada olduğu gibi, arzularını arzunun bir taklidi ile tatmin eder. Gerçi Bertolt Brecht‘in ortaya attığı Epik Tiyatro kavramı ve “yabancılaştırma” gibi yaklaşımlar bahsi geçen konuya farklı bir boyut katmış olsa da, binlerce yıllık anlatıcılık geleneğinin dille olan bağını ve düşüncenin evi olarak teşekkül edişini incelemeye gayret ettiği aşikar. O halde soralım madem, neden anlatma ihtiyacı duyarız?
Arkeolog ve yazar İsmail Gezgin‘in Homo Narrans adlı eserini incelerken aklımdan birçok şey geçti. Yeri gelmişken önermiş olayım. Yazının başında da değindiğim üzere, başta bilimkurgu eserleri olmak üzere anlatıcılıkta gösterilen yüzeysel yaklaşımlar kişileri metinden uzaklaştırarak gerçekliğini benimsetme hususunda başarısız olurlar. Takdir edersiniz ki, gerçekliğini benimseyemediğimiz eserleri takip etmekte ve dolayısıyla anlamakta zorluk çekeriz. Halbuki oldukça basit gerçekleri gözden geçirmek kafi gelecektir. Varlığın delili saydığımız ölçütler, yani duyularımız pek çok yorumla çeşitlendirilse de temelde beş tanesi ön plana çıkar: Koklar, işitir, dokunur, duyar ve görürüz. Balzac, bu noktada duyuların ne denli belirleyici olduğunu dönemindeki toplantılarda önemle dile getirir. Anılarımız bizlere “kendilik” katan değerlerdir. Anılarımızı oluşturan en önemli ögeler ise duyularımızla algıladıklarımızdır. Çocukken yediğimiz bir yemeğin kokusu, ilk aşık olduğumuzda dinlediğimiz şarkı ya da yazlıkta gördüğümüz bir ağacın dalındaki kuşun kanatlarının renkleri… Örnekler arttıkça geçmişimizle bağlarımız artar, gelişir ve bir kimliğe bürünür. Bizi tanımlayan da bu parçaların anlamlı bir bütün oluşturmasıdır.
Gelgelelim duyguların da düşünceleri etkilediği ve kararlarda başat faktör olarak rol aldığı bilinir. Aşık birinin geleceğinde yaşayacakları bile o duygunun tesirinde kalarak şekillenebilir; bu da gayet insani bir durum. Bizleri belirleyen yalnızca başarılarımız değildir, kusurlarımızla asıl kimliğimize kavuşuruz. Leonard Cohen‘in deyimiyle üzerimdeki boşluklardan sızan ışıklar asıl mucizeyi yaratır. Yaralarımız ilham perilerimiz olabilir, acılarımız bize yol gösterebilir. Bunlardan bahseden bir anlatı doğal olarak bizleri kendine çekecek ve akışa dahil edecektir. Öte yandan, tamamen ezbere dayalı karton karakterlerle bezeli bir anlatıyı düşünün. İnsani niteliklerimizi belirleyen şeyler -ki bunlara anlamı yükleriz- muhatabımızda karşılık bulmadığında onunla yolculuğa çıkma fikri tat kaçırıcı olmaz mı? Yol arkadaşlığı paylaşımı mecbur kılan, bundan keyif almayı gerektiren bir vaziyettir. Aksi taktirde çekilecek çile değil doğrusu. Buradan hareketle yeniden sormanızı rica ediyorum: Plastik tiplerin karton kulelerinde gezinmektense, samimi bir muhayyilenin berkitilmiş düşler evreninde salınmak daha cazip olmaz mıydı?
Robert Musil‘in Niteliksiz Adam adlı bir romanı vardır, modernizmin köşe taşlarından desek yeridir. Kitabın içeriğini söylemeye gerek var mı? Hangimiz kendimizi niteliksiz hissetmiyoruz ki? Nitelik dediğimiz şeyin ölçütü mesleki başarı, ahlaki duruş, politik tavır ya da ekonomik durum olabilir. Kişinin kendini nerede bulacağını işaret edecek göstergeler halihazırda yapılanmış durumda, birilerinin isteğiyle oradan oraya gitmekten ötesini yaptığımızı düşünmek zaten en basit tabirle safdillik. Siberpunk ya da muadili türlerin de hareket noktası ve bunu takiben oluşan hareket rotası, okurun duygu durumuna dair işlediği verilerle meydana gelmiyor mu zaten? Şirketler, büyük amaçlar, kavgalar, yalanlar… Karakteri tabula rasa olarak verir ve biçimlendirmek için yol yordam gösterir. Bunu tasavvur ederken göstergebilim dersleri geliyor aklıma. Gösteren, gösterilen ve gösterge. Üçgen ve tek göz göründüğünde komplo teorilerinin havada uçma sebebi de aynı şekilde her imgenin kitlelerin zihninde bir izlenim uyandırmasındadır. Bu da göstergeyi oluşturur. Saussure ve başka kıymetli düşünürlerin eserlerini incelemek lazım, bilimkurgu göstergelerin inşasıyla kalıbına oturur, dil ile de okura aktarılır; bu yolla hem bütün imgelem hem de düşünce dünyası insanın ilişkilerini şekillendirecek bir vasfa, niteliğe kavuşur. Dil abartılmış bir mucizedir derler; abartılmış olsa da mucizesi kendinden menkul, zihnin biricik yapılanma aracıdır.
Bahsi geçen gerçek anlamın yanı sıra bir de yan ve mecaz anlamlar vardır. Sembolist ya da sürrealist eserlerin gerçeğin ötesine geçtikleri saykodelik tasarımlarının kaynağı budur. Mecaz ya da yan anlam diyerek elbette şiirdeki imgeyle roman ve öyküdeki metaforu kastediyorum. Sanatçı aynı şeye bakıp farklı şey görendir, tarifinin karşılığı yani. Göstergebilim’in çalışma alanı. Kafka’nın Kafkaesk dünyasında her şey kaotik bir boğulma hissinin yansıması biçiminde tezahür eder. Bireyin çıkmazlarını gözlemleyen yazarın muhayyilesinde vücut bulan ne varsa, anlamın zihninde karşılık geldiği şeklidir. Bir yanı gerçekten münezzeh, diğer yanı gerçeğin ta kendisi. Bir kesime göre realizmin sonunu getiren de gerçeğe dair kesin yargılarıdır. Gerçek dediğimiz şeyin çizgilerini en başta belirtilen şekilde dar bir kalıba sokmak mantıklı olabilir mi? İnsan sadece bakan, koklayan ya da işiten midir? Peki ya hisler ve sezgiler? Modern insanın dilemmalarını ancak onun dilini kavrayacak bir anlatımla dile getirebilir, yalnızca hayatına dokunacak etkenleri tam anlamıyla özümseyecek metinlerle ona ulaşabilirsiniz. Tarihin dersi budur, gün gelir yeni dediğin eskir ve ardılının kaderine ortak olur. Diyalektik, karma ya da kader mi bilemem, yorum tamamen kişiye kalmış.
O halde bilimkurgunun bilimin hayal gücü olduğu tespitine bir şeyi daha ilave etmeli. Fen bilimlerinin yapısı ve ilgilendikleri konuları ele alışı harici bir nokta. Sahi, sosyal bilimleri besleyen bilimkurgu eserlerini nasıl tabir etmeli? Varoluşa dair sözler söyleyen bilim insanları karbondan ya da yıldızlardan bahsederek Carl Sagan‘ın ünlü yıldız tozu anekdotunu anımsatırlar. Halbuki kan ve kemikten oluşan insanın irrasyonel yönü baskın çıktığında neler yapabildiği ortada. Bu konuda bilimin ve edebiyatın insan odağında kesiştiği yer oldukça elzem. İnsanı anlamak çabası yeri gelir atomun üzerinde uygulanan işlemlerin önüne geçiverir. Örneklendirmek gerekirse, Ursula’nın romanlarında fen bilimlerinin izleri neredeyse yoktur. Buna rağmen insana dair söylediği sözlerle bilim yapan kişilere hem motivasyon hem de ilham sağlamaktadır. Ki esinlenmelere bakıldığında, birçok kıymetli yapıtın hayal gücünün kıvılcımını ateşleyerek bireyin kendini arayışına öncülük ettiği görülür. Bilim yapmak sadece bir eylem değildir yani, bir oluş ve varoluş biçimidir. Hakeza sanat da dil ve göstergelerle yönlendirilen bireyin varlık labirentinde yol bulmasına aracılık eden elçi olarak görülmektedir. Zamanın ruhuna göre sürekli esvabını değiştirse de, nihayetinde merkezinde insanın tabiatı bulunur ve peşi sıra sürükleyerek yaşam ağacının dallarından akıp gelen bilgeliği sunar.
Yeni bir romana başlarken misafirliğe gitmiş gibi hissedersiniz. Tanımaya, anlamaya ve alışmaya çalışırsınız. Bütün çabanız yabancılık hissini üstünüzden atarak incelikle işlenen kurgusal dokuya sirayet etmektir. Kafka da yabancıydı, Musil’in dillendirdiği niteliksizlik de hakeza aynı kertede yabancılaşan bireyin dahil olma çabasından ibaretti. Virgina Woolf bilinçdışına döndü. Bilinciyle çakışan bilinçdışı faktörlerin sesini özgürce sayfalara akıttı. Cengiz Aymatov, James Joyce ve Marcel Proust‘un zaman algısı, kişinin anıları ve hatıraları arasındaki yaşamsal bağları tartışmaya açtı. Aytmatov veya Joyce tek bir günde asırlık öyküleri zaman algısını kırarak Bergsonvari bir sonsuz zaman algısına evirdi; Proust ise ölü hatıraların tozunu üfleyip capcanlı anılar kıldı. Zaman belirsizdi, mekan geçiciydi ve anlamı dayandırdığımız mefhumlar müphemleşerek ellerimizden kayıp gidiyordu. O halde ne yapmalıydı? Heidegger zamanla varlığı birbirine bağlayarak örmedi mi ağlarını? Nietzsche‘den mülhem başkaldırışlarıyla Beauvoir, Camus ve Sartre gibi varoluşçular özgürlüğün bedelinin yine özgürlükle ödendiğini anlatmadı mı? Ve daha nicesi… Bilimkurgu yazarlarının da Asimov‘dan günümüze değin meramı başka ne olabilirdi ki zaten? Robotlar, ötegezegenler, klonlama, ışınlanma, kök hücre, zamanda yolculuk ve daha birçok tema neyi amaçlıyordu?
Anlatılan hikaye değişebilir, birçok anlam kazanabilir; böylece kanatlarının her biri göğün bambaşka bir yanına değip arşı aşabilir ve hatta fezaya erip sonsuza dahi varabilirsin. Fakat unutma güzel insan, anlatılan yine senin hikayendir ve bir anlatının yüreğinde, dimağında yer etmesi için senden izler taşıması, sende iz bırakması gerekir. Nereye gidersen git içinde yine kendini, kendi gerçeğini taşırsın. Soluduğun hava da değişse, gökyüzündeki yıldızlar da sönse, hatta varlığın bir bilgisayarın soluk kodlarından ibaret dahi kalsa seni anlatacak olan yine senin ve sözlerindir.
İşte bunun için bilimkurgu bilimin hayal gücüdür. Tam da bundan dolayı asırlardır anlattığımız hikayeler kaderimizi şekillendiriyor, bize yol gösteriyor, anlamın buğulu aynasında çarpık da olsa bir surete bürünmemizi sağlıyor. Anlam varsa biz varız; anlamı ellerimizle, emeğimizle inşa ederiz. Ayrıca yolculuğu kıymetli kılan varış değil, sürecin kattıklarıdır diyebiliriz; varlığımızın gayesi anlamın mutlak formülüne ulaşmak değil, onu ararken kendini bulmaktır. Ne demişti Sartre: “Varlık özden önce gelir.” Odysseus gibi savaşlardan, yıkımlardan geçer ve yolun bizi sürüklediği limanlarda sorularla cevapların misafiri oluruz. Hepsinden bir parça alır, benliğimizde damıtır ve yolumuza özümüzü bularak devam ederiz. Yani, yolculuk asla bitmez, bitmeyecek de; ancak insan anlatmayı sürdürdükçe, varlığının boşluklarını özüyle doldurmaya ve kendini inşaya durmadan devam edecektir.