Bilimkurgu, çoğunlukla “erkeksi” bir tür olarak görülür. Oysa devasa bilimkurgu çatısının altı, toplumsal cinsiyet kurallarını eğip bükmeye cesaret eden, adil ve eşit bir dünya tasavvur etmeye çalışan ve insanlığı patriarkal sistemin korkutucu gerçeklerine karşı uyaran kadın yazarların hayalleriyle doludur. Feminist bilimkurgu olarak addedilen bu alt tür, feminizmin yaygınlaşmasıyla daha da büyümüş, kadın sorunlarının yanında ırkçılık ve çevrecilik gibi insan uygarlığının geleceğini ilgilendiren temalara da ağırlık vermeye başlamıştır.
Bugün hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde Mary Shelley’nin bilimkurgunun “annesi” olduğunu söyleyebiliriz. Shelley’nin 1818 yılında yayımlanan unutulmaz romanı Frankenstein, fütüristik teknolojinin, yapay insanların ve bilimsel buluşların kurmaca anlatılara girmesinin başlangıcını temsil eder. Makineleşen dünya mevzusu bugün de bilimkurgu edebiyatında geçerliliğini koruyan bir temadır. Shelley bu fikri insanın yenilik konusundaki kibirli arayışını eleştirmek için kullanır. Bununla birlikte, Frankenstein’da bir erkeğin bir insan yaratması fikri, annelik rolünün çarpık bir taklidini sunarak yerleşik annelik algısını alt üst eder. Bu nedenle Shelley’nin, Frankenstein’da kullandığı radikal temalar aracılığıyla annesi Mary Wollstonecraft’ın feminist fikirlerini yansıttığını söylemek mümkündür.
Feminist bilimkurguda bir başka öncü de daha çok Begum Rokeya olarak bilinen Bangladeşli feminist yazar Rokeya Sakhawat Hossain’dir. Hossain dünyayı kadınların yönettiği bir ütopyadan bahsettiği kısa öyküsü Sultana’s Dream’i 1905 yılında kaleme almıştır. Onun kurgusal Ladyland’inde erkekler kapalı kapılar ardına hapsedilirken kadınlar uçan arabaları ve fiziksel emek gerektirmeyen tarımı mümkün kılan ileri teknolojiyi geliştirmekle meşgul olurlar. Geliştirdikleri teknoloji sayesinde güneş enerjisini ve havayı kontrol altında tutarlar, suçu ortadan kaldırırlar ve kız çocuklarının eğitim alabildikleri barışçıl bir toplum yaratırlar.
Hossain’den on yıl sonra, 1915 yılında, Charlotte Perkin Gilman da benzer bir dünya tasavvur eder. Gilman’ın Kadınlar Ülkesi isimli ütopyasında erkeklerin 2000 yıl önce kökleri kurumuştur ve kadınlar partenogenez (döllenmesiz üreme) yoluyla insanlığın soyunu devam ettirmektedirler. Kısacası Sultana’nın rüyasında olduğu gibi Gilman’ın rüyasında da anaerkil bir uygarlık düzeninin insanlığa şiddetten arınmış, toplumsal cinsiyet tabularını yıkmış, barışçıl bir dünya kazandıracağı söylenir.
Ursula K. Le Guin’in 1969 yılından yayımlanan olağanüstü bilimkurgusu Karanlığın Sol Eli’nde ise toplumsal cinsiyet kavramı hiç yoktur. Zira Le Guin’in yarattığı bu dünyada insanlar yaşamlarının büyük bir çoğunluğunda cinsiyetsizdir. Karanlığın Sol Eli’nde, sizin benim gibi düz insan olan elçi Genly Ai, kültürlerini anlamakta epeyce zorlandığı, buzla kaplı Gethen gezegenine gönderilir. Gethen’in sakinleri androjin ve çift cinsiyetlidir. Bu vatandaşlar, Kemmer denen dönemde iki cinsiyetten herhangi birine sahip olur, bu dönemde çiftleşir, sonra yeniden cinsiyetsiz olur. Yani kafaları rahattır.
Le Guin’in resmettiği bu eşitlikçi dünya, bizlere günümüzde cinsiyet ayrımlarının toplumsal yaşamda ne kadar belirleyici olduğunu bir kez daha hatırlatır. Aynı zamanda Le Guin, Gethen kültürünü anlama konusunda zorlanmamızı da ister. Genly Ai gibi biz de Gethen sakinlerini cinsiyetlerine göre sınıflandırmaya çalışırız ama bunu başaramayız. Zira toplumsal cinsiyet kurallarının kimliği ve davranışları şekillendirdiği bir gezegenin vatandaşları olarak cinsiyetsiz bir dünyayı hayal etmekte dahi güçlük çekeriz. Le Guin hayal gücümüzü her anlamda zorlayan bu muhteşem romanı 60’lı yıllarda kaleme almıştır. Bu anlamda onun, 60’lı yıllara damgasını vuran ve eşit hakları hayata geçirmeyi, dahası ataerkil yapıları devirmeyi amaçlayan ikinci dalga feminizmden etkilenmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Kadın Kurtuluş Hareketi de ikinci dalga feminizmden doğup büyümüştür ve bu hareketle birlikte ortaya çıkan Ev İşi İçin Ücret kampanyaları da Zoe Fairbairns’ın 1979 yılında yayımlanan Kadınlar Kulesi (Benefits) adlı romanını doğrudan etkilemiştir. Kadınlar Kulesi, kadınların yaşamları üzerinde baskı kuran, onları doğurgan nesneler olarak gören ataerkil bir devleti konu alan feminist bir distopyadır ve bilimkurgu roman dalında Philip K. Dick Ödülü’ne sahiptir. Bundan altı yıl sonra, 1985 yılında yayımlanan Margaret Atwood imzalı Damızlık Kızın Öyküsü de oldukça benzer bir distopya tasavvur eder. Burada da kadın bedeni üzerinde tahakküm kurmaya çalışan totaliter bir devlet vardır ve sayıları bir hayli azalmış olsa da hâlâ doğurganlık yetisine sahip olan kadınlar çocuk üretim makineleri olarak görülmektedir.
Cli-fi ya da Türkçe iklimkurgu diyebileceğimiz alt türün gelişip yaygınlaşmasıyla birlikte birçok bilimkurgu yazarı, feminist anlatılarına çevreci temaları da dâhil etmeye başlamıştır. Octavia Butler’ın 1993 yılında yayımlanan Parable of the Sower adlı romanı, küresel ısınma ve ekonomik buhran sonucu tamamen kaosa teslim olmuş bir kıyamet sonrası ABD’sini tasvir eder. Toplum yoksulluk, eşitsizlik ve kanunsuzluk sebebiyle kırılmaktadır. Kadınlar sürekli cinsel saldırı tehdidi altında yaşamaktadır, kölelik sistemi geri dönmüştür ve farklı ırklar arası ilişkiler kesinlikle hoş karşılanmamaktadır. Lauren Olamina ismindeki kahramanımıza atalarından bir yetenek miras kalmıştır ve “aşırı empati” adı verilen bu yetenekle başkalarının acılarını hissedebilmektedir. Nihayetinde Olamina, “Earthseed” adında yeni bir din yaratır. Hem insanlarla hem insan dışındaki türlerle hem de dünyanın kendisiyle empati kurmak… Hiç şüphesiz bu, fazlasıyla ideal ve de bir o kadar huzurlu bir dünya olurdu.
Günümüze yaklaştıkça ırk konusunun feminist bilimkurguda yaygın bir tartışma hâline geldiğini görebiliriz. Buna güzel örneklerden biri, Nijeryalı yazar Akwaeke Emezi’nin 2018 tarihli Freshwater isimli romanıdır. Emezi bu roman aracılığıyla Nijerya’nın güneydoğusunda kabileler hâlinde yaşayan İgbolarda toplumsal cinsiyet rollerini araştırırken bir yandan da parçalanmış bir ırksal kimliğe sahip olmanın psikolojik güçlüklerini anlatmaya çalışır. Freshwater’da anlatılan biraz Emezi’nin biraz da ana karakter Ada’nın hikâyesidir. Amerika’da okuyan Nijeryalı bir öğrenci olan Ada, bilinçaltında kendisi dışında iki farklı benliğin daha yaşadığını ve bu benliklerin Nijerya’dan ayrılmaya kalktığında güçlendiklerini fark eder. Nihayetinde Ada’nın kontrolünü ele geçiren bu benliklerin, İgbo kozmolojisinde adı geçen tanrılar oldukları ortaya çıkar. Emezi, Ada’nın bölünmüş zihni aracılığıyla bizleri ruh/beden ikiliği, toplumsal cinsiyet rolleri ve ırksal kimlikler üzerine düşünmeye davet eder.
Başlangıcından günümüze feminist bilimkurgunun dert edindiği meselelere çok kısaca göz attığımız incelememizi bitirirken şunu söyleyebiliriz: Bilimkurgu her ne kadar geleceğe dair söz söyleme sanatı olsa da aslında hep bugünün dertlerinden bahseder. Pek çok yazar, bilhassa da feminist bilimkurgu yazarları, bilimkurguyu hâlihazırda var olan sıkıntıların verdiği kaygıları ifade etmenin bir aracı olarak kullanmışlardır. Feminist bilimkurgunun tarihinden bahsetmek tam da bu nedenle önemlidir. Çünkü feminist distopya yazarları şunu çok iyi bilmektedir: Ataerkil sistemlerin adaletsiz yönetim anlayışları uygarlığı yerle bir ettiğinde en büyük kaybı kadınlar yaşayacaktır; sonra da bütün dünya. Feminist bilimkurgu yazarları böyle bir geleceğin hiç gelmemesi için uyarıda bulunurlar ve de barışçıl bir gelecek için son derece net reçeteler sunarlar…