Omelas ve Um-Helat

Edebi Bir Karşılaştırma: Omelas vs Um-Helat

Ursula K. Le Guin‘in kısa hikâyesi Omelas’ı Bırakıp Gidenler (The Ones Who Walk Away from Omelas)¹, uzun zamandır ahlaki ikilemleri ve toplumsal değerleri derinlemesine inceleyen ve ahlak felsefesi, hukuk kuramı gibi derslerin çoğunda ‘okunulması gereken eser‘ olarak kendine yer bulur. On yıllar sonra N.K. Jemisin, The Ones Who Stay and Fight adlı bir kısa hikâye yazmıştır. Bu hikâye, Le Guin’in Omelas’ta sunduğu temalara doğrudan bir yanıt niteliği taşır. Le Guin, bilimkurgunun öncülerinden biri olarak Hugo ve Nebula ödüllerini kazanan ilk kadın yazardır ve daha sonra Amerika Bilimkurgu ve Fantezi Yazarları Derneği tarafından Büyük Üstat unvanına layık görülmüştür. Jemisin de tarihe, aynı üçlemenin üç romanıyla üç yıl üst üste Hugo Ödülü’nü kazanan ilk yazar olarak geçmiştir.

Le Guin’in Omelas’ı, dışarıdan bakıldığında tam anlamıyla ideal bir şehir gibi görünür. Çocuklar neşelidir, zanaatkârlar yaratıcıdır, işçiler üretkendir ve en önemlisi insanlar mutludur. Hikâye boyunca Le Guin, en ideal, mükemmel şehri ve beraberinde içinde yaşayan toplumu zihnimizde hayal edebilmemiz için sürekli kendisine sorular sorarak, teşvik ederek, sonunda en optimal hâline getirir. Bu şehir festivaller, müzik ve olumsuz sonuçlar doğurmayan uyuşturucu ve çılgın seks partileri gibi zevklerle doludur. İlk bakışta, Omelas inanılmayacak kadar iyi ve hepimizin içinde yaşamak için belki de can atacağı bir ütopya gibi görünse de, deneyimlerimizden veya okuduklarımızdan bildiğimiz üzere her ütopya, sanki bir bedel ödermiş gibi distopik, göz ardı edilemeyecek ibareler barındırır. Le Guin de kendi sözleriyle okuyuculara aslında bunu sorgulamalarını istermiş gibi şöyle bir soruyla açığa çıkarır Omelas’ın karanlığını:

“İnanıyor musunuz? Festivali, şehri, neşeyi kabul ediyor musunuz? Kabul etmiyor musunuz? O zaman bir şey daha tarif edeyim.”

Omelas’ın karanlık sırrı, şehrin ücra bir köşesinde, pis bir bodrum katında okuyucuları beklemektedir. Şehir halkının mutluluğu işte bu ücra bodrum katına hapsedilmiş tek bir çocuğun bitmek bilmeyen ıstırabına bağlıdır. Bu çocuk ihmal edilmiş ve aç bırakılmıştır, sadece korku ve ıstırap bilmektedir. Kimse onunla konuşmaz, ilgilenmez; orada öylece kendi hâline terk edilmiş, gerekli görülene kadar gözlerden ırak bırakılmıştır. Omelas‘taki herkes bu küçük çocuğun ödediği bedeli bilir. Onun huzuruna yaşı ve aklı yeten çocuklar getirilir ve her ne kadar onlara bu “fedakarlığın” ardındaki niyet açıklansa da, genellikle gözü yaşlı ve öfke içinde buradan ayrılırlar. Bir şeyler yapmak isterler ama yapamazlar, acımasız bir paradokstur bu. Bu paradoks, en güzel Le Guin’in sözleriyle anlatılır:

“Çocuk o aşağılık yerden gün ışığına çıkarılsa, temizlense, beslenip rahata erdirilse, bu gerçekten de iyi bir şey olurdu; ama eğer bu yapılırsa, o gün ve saatte Omelas’ın tüm refahı, güzelliği ve sevinci kuruyup yok olurdu. Şartlar bunlar. Omelas’taki her yaşamın tüm iyiliğini ve lütfunu bu tek ve küçük iyileştirme için değiştirmek, bir kişinin mutluluk şansı için binlerce kişinin mutluluğunu bir kenara atmak… Bu, gerçekten de duvarların içinde suçluluğa izin vermek olurdu.”

Yani Omelas şehrinin ihtişamı, çocuğun acılarıyla iç içe geçmiştir; eğer çocuk mutlu olursa şehir mutsuz olacaktır. Bu şehrin vatandaşlarının bazıları ömürleri boyunca bu yükü taşır, ancak bazıları da bu ahlaki ağırlığa daha fazla dayanamayarak şehri arkalarında bırakıp gider. Le Guin’in hikâyesi, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’de ortaya koyduğu ahlaki açmazı yankılayan derin bir düşünce deneyi olarak hizmet eder. Le Guin, bir şehrin mutluluğunun tek bir çocuğun günlük işkencesine bağlı olduğu bir durumda insanların ne yapacağını araştırır. Bu, Ivan Karamazov’un felsefi sorgulamalarında karşılaştığı bir senaryodur. Bu mercekle Le Guin, Ivan’ın dile getirdiği etik ikilemi canlandırır ve okuyucuları aynı rahatsız edici seçimle yüzleştirir: Bu tür bir ahlaki uzlaşmayı kabul etmek mi, yoksa onu bırakıp gitmek mi?

Jemisin’in The Ones Who Stay and Fight adlı kısa hikâyesi de benzer bir atmosfer ile başlar; olaylar tıpkı Omelas’a benzeyen Um-Helat adında ütopik temaların hâkim olduğu bir şehirde geçer. İnsanlar mutludur, sevinçlidir. Jemisin şöyle tarif eder bu şehri:

“İşte burası Um-Helat: sakinleri basitçe birbirini önemseyen bir şehir. Onlara göre bir kentin amacı budur; yalnızca gelir, enerji ya da ürün üretmek değil, bunları yapan insanları barındırmak ve beslemek.”

Hatta Jemisin bir adım daha ileri giderek, Omelas’ı eleştirir bir şekilde Um-Helat’ın Omelas’ınki gibi bir yerlerde bir çocuğun işkenceye maruz kalmasını görmezden gelerek pis bir mutluluk yaşamadığını, gerçekten mutlu bir şehir olduğunu hiddetle savunur. Jemisin, okuyucuyu Um-Helat’ın o bildiğimiz distopik şehirlerden biri olmadığına ikna etmeye çalışsa da, hatta bu ikna çabalarında okuyucuya bir asker edasıyla davranıp komutlar yağdırsa da, tıpkı Le Guin gibi hikâyenin ortalarında bir ters köşeyle o beklediğimiz bedeli gözler önüne serer.

Um-Helat, bizim dünyamız da dâhil olmak üzere paralel evrenlere bağlıdır ve sakinleri kimi zaman dünyaları birbirinden ayıran bariyerleri aşarak bizim dünyamızın kaynaklarına ulaşabilmektedir. Bunu yaptıkları takdirde, aslında bizim dünyamızın bilgilerine, kültürüne ve Jemisin’in deyişiyle rezilliklerine erişebilir hâle gelir ve bizim medya ve kültürümüzle karşılaşmaları da Um-Helat vatandaşlarını “enfekte” eder. Bu da Um-Helat sakinlerinin, meşhur Orwellian bir düşünüşle “bazı insanlar diğerlerinden daha az önemlidir” zehrine yakalanmasına ve bireysel arzularını toplumsal refahın önüne koymasına neden olur. Ancak, bu tür düşünceler Um-Helat’ta düşünülmemesi gereken tabular, yasaklardır ve bu düşüncelere sahip olanlar, “sosyal hizmetliler” tarafından toplumsal iyiliği korumak adına infaz edilir.

The Ones Who Stay and Fight

Her ne kadar bu infaz, omurgaya ve kalbe saplanacak “güzelce hazırlanmış” bir mızrakla hızlı ve sessiz gerçekleşse de infaz, infazdır. Bu da Jemisin’in ütopyasının bedelidir. Bu bedeli Jemisin, kendi sözleriyle şu şekilde açıklar:

“Sonunda bu senin için işe yaradı mı, dostum? Sert uygulama olasılığı yeterince gerçekçilik katıyor mu? Kanlı dişlerini gördüğün bu postkolonyal ütopyayı şimdi daha iyi kabul edebiliyor musun? Ah, ama Um-Helat’ın bugünkü insanları bu savaşı seçmediler; başkalarının acılarından kâr elde etmek için yalanlar uydurup vicdanı görmezden geldiklerinde ataları seçti. Açgözlülükleri bir felsefeye, bir dine, hepsi de kan üzerine inşa edilmiş bir dizi ulusa dönüştü. Um-Helat daha iyi olmayı seçti. Ancak bazen, gerçek kötülük sadece kanla feda edilerek uzak tutulabilir.”

Bu da merak uyandıran bir soruyu gündeme getirir: Um-Helat gerçekten Omelas’tan farklı mıdır? Jemisin’in Le Guin’in vizyonunu sorgulama niyetine rağmen, o da aynı sonuca mı varmaktadır? Çoğunluğun mutluluğu için azınlığı feda etmek mi gerekir? The Ones Who Walk Away from Omelas, aslında her gün belki de bedelini ödediğimiz o sözde mutluluğun sonuçlarını bir düşünce deneyiyle yüzümüze çarpar. Ancak The Ones Who Stay and Fight’ı okurken, hikâyeyle mücadele hâlinde buluruz kendimizi. Jemisin’in hikâyesi bize, Omelas’a bir karşı çıkış, bir alternatiften ziyade, farklı çoğunluğun iktidarda olduğu ve farklı azınlığın cezalandırıldığı bir durumu savunuyor gibi görünür.

Bu iki kısa hikâyeyi daha kritik bir şekilde karşılaştırdığınızda, temel farkın yazarların niyetlerinde ve belki de yazış stilinde yattığını görürüz. Omelas’ta anlatıcı, bu ütopya vizyonunu sizinle birlikte inşa eder, ancak buna inanmanızı ısrarla istemez. Hikâye daha çok bir düşünce deneyi, gerçek dünyaya dair bir alegoridir; ütopyaların inşa edilebileceğini ve toplumlarımızdan daha iyi olabileceğini savunmaz. Anlatıcının mesafeli, hafif ürpertici tonu, baştan itibaren bir şeylerin ters gittiğini hissettirir. Bu ise neşeli bir festivalin tasvir edildiği söz konusu kasaba ile rahatsız edici bir alegorik atmosfer yaratır.

Um-Helat’ta ise anlatıcı, okuyucuyu şehrin mükemmelliğine inandırmaya çalışır. Ton, şehri üstün görmemiz için âdeta bir çağrı niteliğindedir, ki bu bizim için bir çelişki yaratır. Jemisin’in toplumu, toplumsal normlardan sapmalarını engellemek adına bireyleri öldürür. Bu da gizlice yapılmaz. Jemisin, farklı görüşleri nedeniyle infaz edilen bir babanın ölümüne tanık olan küçük bir kızı hikâyeye dâhil eder. Kız, babasının sosyal hizmetliler tarafından öldürülmesini anlayamaz, onları suçlar, arkasında yatan sebebi kavrayamayacak kadar küçüktür. Bu sebeple Um-Helat toplumu, bu kızı da babasıyla birlikte infaz etmektense rehabilite etmeye çalışır. Ancak bu da akla şu soruyu getirir: Neden baba da bizim dünyamızın kötülüklerinden uzaklaştırılıp rehabilite edilmeye çalışılmamış, neden ilk başta kurtarılması denenmemiştir? Neden onun için de savaşılmamıştır? Neden küçük kızın babası hızlı ve acısız bir infaza mahkûm edilmiştir? Veya böyle bir şeye seyirci kalan küçük bir çocuk daha sonra ne kadar rehabilite edilebilir? Ve Jemisin hikâyeyi okuyucuya telkinler vererek bitirir:

“O yüzden çekip gitme. Çocuğun da sana ihtiyacı var, görmüyor musun? Artık var olduğunu bildiğine göre onun için de savaşmalısın, yoksa çekip gitmenin bir anlamı yok. İşte, işte elim. Tut onu. Lütfen tut.”

Burada, açıkça Omelas’ta terk edilip gidilen çocuğa vurgu yapmaktadır. Omelas, ütopik görünümüne rağmen ideal bir toplum olmaktan çok uzaktır, zaten Le Guin de okuyucuyu aksine ikna etmeyi amaçlamamıştır. Aslında Omelas, mutluluğun, gözlerden ırak ve her gün hatırlanması zor sömürülerin üzerine inşa edildiği dünyamız için bir alegori işlevi görmektedir. Aksine, Omelas‘tan uzaklaşmak, uzlaşmanın reddini, rahatlığı geride bırakmak anlamına gelse bile gerektiği takdirde değerlerimizi yeniden değerlendirme çağrısını sembolize etmektedir. Ancak Jemisin, uzaklaşmayı bir tür kaçış olarak yorumluyor gibi görünmektedir. Her ne kadar bu yoruma katılmak zor olsa da.

Le Guin’in, daha sonra yazdığı Devrimden Önceki Gün (The Day Before the Revolution) adlı kısa hikâyesinde, aslında Omelas’tan ayrılıp haksız statükoya karşı savaşan Odo karakterini merkeze alması da önemlidir. Bu, uzaklaşmanın hareketsizlikle eşdeğer olmadığını gösterir. Odo’nun yolculuğu, Omelas’ta mutluluğu başkalarının acılarına bağlı olmayan bir toplum arayışına geçişi temsil eder. Bu anlamda Odo, Omelas’ta mutluluğu başkalarının acısı pahasına kabul etmeyen bireylerin etik duruşunun bir uzantısı olarak görülebilir. Dolayısıyla, Le Guin’in eserlerini bir bütün olarak okuduğumuzda, uzaklaşmanın sorunu geride bırakmak ve hiçbir sorumluluk kabul etmemek olarak yankılanmadığını anlarız. Jemisin’in Um-Helat tasviri, bu sebeple çoğumuza Orwell imzalı 1984’ün liberal, daha hafif bir versiyonunu hatırlatır. Burası da 2+2=5 demeyenlerin infaz edildiği bir dünyadır aslında. Ayrıca Jemisin’in çözümü –düşünce suçundan dolayı infaz– pek akılla da bağdaşmaz, çünkü farklı fikirlere maruz kalmak, mutlaka bu fikirlere göre hareket edeceğiniz anlamına gelmez.

Temel sorun, Jemisin’in toplumsal eşitliği ve değerleri teşvik ederken, aynı zamanda çoğunluğun muhalefeti ortadan kaldırma hakkını da onaylamasıdır. Eğer bu mantığı bizim ideallerimizle çelişen bir topluma uygularsak, çoğunluğun karşı çıkanları infaz etme hakkına sahip olduğu bir toplum çıkar karşımıza. Buna karşılık, Le Guin’in hikâyesi bizi açık uçlu bir sonla baş başa bırakır. Omelas’ın mutluluğunun ahlaki bedelini kabul edemeyenler ayrılmayı seçer; bu karar, önyargıya direnir ve daha derin bir düşünmeye yönlendirir. Ancak Jemisin’in hikâyesi, iyi niyetine rağmen meydan okumayı amaçladığı faydacılığın kendisini yansıtan bir çözümü dayatır.

Her iki hikâye de okuru rahatsız eden, düşündüren ve etik açıdan zorlayan sorular ortaya koyar. Le Guin’in Omelas’ı, okuyucuyu pasif bir gözlemci yaparak sistemin içindeki etik çelişkiyi fark etmeye ve bu çelişkiyle kendi başına yüzleşmeye çağırır. Le Guin’in de hikâyeyi bitirdiği gibi, Omelas’ı bırakıp gidenler nereye gittiklerini biliyor gibi görünür. Bu bilinçli ayrılış, ne olduğu tam olarak bilinmeyen, belki de hiç var olmayan, ancak uğruna mücadele etmeye değer bir adaleti arama çabasının sembolüdür. Öte yandan Jemisin’in Um-Helat’ı, aktif müdahale ve sert önlemlerle şekillenen bir toplum sunar. Hikâye, okuyucuyu karar vermeye zorlayarak ahlaki saflığı koruma adına ne kadar ileri gidilebileceğini sorgulatır. Ayrıca Jemisin’in hikâyesi, okuyucuya sunduğu alternatif açısından karşı çıktığı distopyalardan ne kadar farklı olduğu konusunda da ciddi şüpheler bırakır.

Sonunda en önemli soru şu olabilir: İdeal bir toplum yaratma çabasında, ahlaki olarak kabul edilemez olanı ne kadar göz ardı edebiliriz? Ve belki de daha önemlisi, bu uğurda kaç kişinin feda edilebileceğine karar verirken kendimizi ne kadar kaybetmeye razı olmalıyız? Bu sorular, yalnızca kurgusal dünyaların değil, kendi dünyamızın da kalbinde yankılanıyor. Omelas’ı bırakıp gidenler mi daha doğru bir yol izliyor, yoksa Um-Helat’ta kalanlar mı? Belki de bu sorunun cevabı, okuyucunun cesaretinde saklıdır: Acımasız bir düzeni sürdürmek mi, yoksa bu düzeni sorgulayıp daha fazlasını aramak mı?

Dipnotlar:

¹ “ Walk away” kelimesinin Türkçe çevirisi genellikle orijinal İngilizcede bulunan nüanslı çağrışımlardan yoksundur. “Walk away” bilinçli, yansıtıcı ve süregelen bir ahlaki kararı akla getirirken, ‘terk etmek’ veya ‘ayrılmak’ gibi en yakın Türkçe karşılıklar genellikle daha pasif veya doğrudan bir ayrılışı ifade eder. Bu çeviriler, Le Guin’in ifadesinin içerdiği etik kararlılık ve adaletsizliğin bilinçli reddi duygusunu tam olarak yakalayamamaktadır. İngilizcede “walking away”, aktif bir seçim ve etik bir yolculuk iması taşır; burada birey sadece bir yeri terk etmekle kalmaz, ilkeli bir duruş sergiler. Terim, içsel bir ahlaki mücadeleyi ve kişinin vicdanını takip etme kararını yansıtan, amaçlı bir harekete işaret eder. Bu anlam derinliğini Türkçeye aktarmak zordur; zira kullanılan fiiller genellikle “uzaklaşmak”ın gerektirdiği niyetlilik ve süregelen ahlaki angajman katmanlarını gözden kaçırmaktadır. Bu nedenle, orijinal ifadeleri korumak, Le Guin’in niyetinin tam özünü korumak için çok önemlidir.

Yazar: Yeliz Figen Döker

AGI regülasyonu üzerine doktora yapıyor; bilimkurgu tutkunu ve PS delisi bir geek.

İlginizi Çekebilir

kadin astronot 2

Ataerkil Kontrolden Özgürlüğe: Bilimkurgunun Kadınları

“Feminizm” ve “bilimkurgu”nun tanımları, bu iki kavramla özdeşleşen bireyler kadar çeşitlidir. Aslında bu durum, her …

Bir yorum

  1. Hayat hep seçimlerden ibaret olmak zorunda mı? Yarattığımız ütopyalarda ve distopyalarda bile değişmeyen tek şey seçim yapma zorunluluğu. Yapılan her seçimin bedelini de paşa paşa ödemek zorundayız ne yazık ki! Bize bu sürekli taraflar olan dünyaları kurmamızı sağlatan ya da düşündüren güdü nedir acaba?

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin