distopya kadin feminizm

Distopik Kurguda Feminizm

Son zamanlarda dünyada neler olup bittiğiyle ilgilenen hemen herkes, hiç değilse bir kez “bir distopyanın içinde yaşıyoruz” diye düşünmüştür. Zira insan uygarlığının geleceği adına bir olasılık olarak gördüğümüz distopik kurgu, neredeyse gerçeğin kendisi hâline gelmiş durumda. Siyasi liderler, medyada Orwellvari bir dili benimseyip yalanları “alternatif gerçekler”, gerçekleri ise “sahte haberler” olarak adlandırmaya başladı. Dünya genelinde siyasette inançlar ve önyargılar, rasyonel aklın önüne geçti. Hakikat dediğimiz şey, eski değerini yitirip önemsizleşti; Post-Truth dönemi başladı.

Bununla birlikte, dünyanın dört bir yanındaki kadınlar, kadınların üreme/ürememe haklarına yönelik saldırıları protesto etmek için Margaret Atwood’un televizyon dizisine de uyarlanan ünlü romanındaki ikonik Damızlık Kızın kıyafetini giydiler. Hemen her hafta iklim bilimcilerden yeni felaket tahminleri gelmeye ve gazetelerimiz artık belirsiz bir geleceğin korkunç kehanetleriyle dolup taşmaya başladı. Bütün bunların bize söylediği bir şey var: Hayal ettiğimiz distopyalar ile yaşadığımız gerçek dünyayı birbirinden ayıran çizgi artık eskisi kadar kalın değil.

Distopik kurguların günümüzde, bugüne dek hiç görülmediği kadar popüler olmasının sebebi gerçeklik ve kurgu arasındaki çizginin bu şekilde belirsizleşmesi olabilir. Son dönemde bilhassa feminist distopyalar ve bu türden distopyalara duyulan ilgide belirgin bir artış gözleniyor. Elbette bunun da önemli bir nedeni var: Distopya yazarları, uygarlığın yerle bir olması durumunda en büyük kaybı kadınların yaşayacaklarını biliyor. Çünkü yaşam denilen kurguda da kurban olmaya en yakın adayları kadınlar kümesi oluşturuyor. Yaşlılar ve çocuklar onlardan sonra geliyor. Bu, feminist distopyaların da değişmez bir unsuru. Feminist distopyaların çoğunda ortak bir tema mevcut: Kadınlar biçare birer kurban.

Peki, bu hikâyelerde neden kadınlar hep biçare varlıklar olarak konumlandırılmak zorunda? Buna bazı cevaplar vermek mümkün. Söz gelimi, Damızlık Kızın Öyküsü gibi distopyalarda, kadını sömürüye ve köleliğe karşı savunmasız hâle getiren şey, kadın bedeninin üremede oynadığı temel rol. Üreme temasının söz konusu olmadığı diğer durumlardaysa kadını kurban/mağdur pozisyonuna getiren şey biyolojik farklılıklar oluyor. Erkeklerin kadınlara göre daha büyük ve daha güçlü bedenlere sahip oldukları gerçeği, kadını doğal olarak savunmasız kılıyor. Ama bütün bunlardan daha önemli bir gerçek var ki o da erkeklerin şu anda siyaset alanı ve kolluk kuvvetleri gibi iktidar pozisyonlarının çoğunu işgal ediyor olmaları. Bu gerçek, büyük bir felaket veya uygarlığın çökmesi durumunda, erkeklerin tekelindeki gücün artırılması olasılığını daha da büyütüyor. İşte bu gerçeklik nedeniyle de bir gelecek kurgusunda cinsiyetler arasındaki güç dengesini neyin değiştirebileceğini hayal etmek oldukça güç. Muhtemelen bu yüzden çok az yazar, kadınları distopik kurgularda güçlü konumlarda hayal etmeyi seçiyor.

Ancak yakın zamanda yayımlanmış iki romanın bu klasik rol dağılımını ters yüz ettiğini söyleyebiliriz. İlki Naomi Alderman’ın The Power isimli romanı. Bu roman henüz dilimize çevrilmedi. İkincisi ise Lidia Yuknavitch’in The Book of Joan’ı. Bu romansa Tülin Er tarafından dilimize çevrildi ve “Dünyanın Sonundayız” adıyla Çınar Yayınları tarafından yayımlandı. Her iki romanda da kadınların erkeklere karşı üstünlük sağlamalarına yarayan yeni, doğaüstü bir yetenek kazandıkları bir dünya resmediliyor. Bu iki romanın bir diğer ortaklıkları da cinsiyet ilişkilerinin dinamiklerini nihayet tersine çeviren yeni, kurgusal bir güçten bahsediyor olmaları. Anlaşılan yazarlar, kadınların büyük bir güce sahip oldukları bir geleceğin gerçekleşebilmesi için doğaüstü bir unsurun gerekli olduğuna inanıyorlar.

Alderman’ın romanı The Power’da, kadın bedeninde daha evvel keşfedilmemiş olan ve aktive olduğunda bir kadına elleriyle elektrik şoku verme yeteneği bahşeden gizli bir kastan bahsediliyor. Bu gizil kas, günün birinde genç kızlarda aniden uyanıyor ve ardından dünya çapında tüm kadınlarda yavaş yavaş aktive olmaya başlıyor. Tüm dünyada kadınlar ve genç kızlar bu olağanüstü yeni becerilerini keşfetmeye çalışırken artık kendilerini erkeklere karşı savunabileceklerini, onları incitebileceklerini ve hatta erkekleri kontrol edebileceklerini de keşfediyor. Böylece geleneksel anlatının her daim avcısı olan erkekler, bu kez ava dönüşüyor. Daha önce sayısız kez ve sayısız şekilde mağdur edilmiş olan kadınlarsa artık kendilerini kuşatan korkunç koşullardan kendi kendilerini kurtarma yeteneğine sahip olmanın heyecanıyla sarhoş oluyor. Fakat romanda kadınların sahip olduğu bu yeni güç, yalnızca kadınlar için heyecan verici bir unsur olarak kullanılmıyor. Kadınların şimdiye dek karşı karşıya kaldıkları adaletsizliğin farkında ve karşısında olan erkekler de onların özgürleştiğini görmekten mutluluk ve heyecan duyuyor.

Son tahlilde Alderman’ın hikâyesi bize gücün özgürlük demek olmadığını, başka deyişle özgürlüğün yalnızca güç ile elde edilemeyeceğini anlatıyor. Ona göre güç karmaşık, sinsi ve hatta başa bela olan bir şey. Çünkü güçle birlikte mutlaka sorumluluk da geliyor. (“Büyük güç, büyük sorumluluk getirir.”) Aynı zamanda kontrolsüz güce sahip olan – ister fiziksel ister sosyal ister yönetimsel anlamda olsun – yozlaşma tehlikesiyle de karşı karşıya kalıyor. Bazen hepimiz liderlik rollerinde daha fazla kadın olduğunda servetin daha adil bir şekilde dağıtılacağını, ırk ve cinsiyet eşitliği ve insan hakları konusunda daha fazla yol kat edeceğimizi varsayıyoruz. Ancak Alderman’ın romanı The Power, bize bu varsayımdaki kusuru gösteriyor.

Bu roman aynı zamanda biyolojik temelli güç dengesizliklerini, evrimin doğrudan bir sonucu olarak açıklamaya yönelik köklü eğilimimizi de ortaya koyuyor. Editör, kadınların her zaman güçlü olamadıkları teorisine karşılık, dipnotta şöyle söylüyor: “Bunun evrimsel psikolojiyle ilişkisini hiç düşündünüz mü? Çiftliğini koruması gereken erkekler güçlü işçiler olarak evrimleşirken yavrusunun zarar görmesini engellemeye çalışan kadınlar da agresif ve saldırgan varlıklara dönüşebilirler.”

Yuknavitch’in romanı Dünyanın Sonundayız’da ise Jeanne d’Arc, Christine de Pizan ve Jean de Meun gibi Orta Çağ’ın önemli tarihi figürlerinin 21. yüzyıldaki yansımalarıyla karşılaşıyoruz. Romanın esasında Joan of Arc öyküsünün, insan ırkının cinsiyetsiz ve tüysüz yaratıklara dönüştüğü, savaşın harap ettiği, kıyamet sonrası bir dünyada geçen karmaşık bir yeniden tasavvuru olduğunu söyleyebiliriz.

Dünyanın Sonundayız, Dünya’nın yörüngesinde dönen bir uzay kolonisi olan CIEL’de yaşayan ve bir sanatçı olan Christine’in anlatımıyla başlıyor. (Christine karakteri, 14. yüzyıl İtalya’sında yaşamış olan ve tarihteki ilk feminist olarak anılan sanatçı Christine de Pizan’ın bir yansıması.) Ünlü bir şair olan Jean de Men tarafından yaratılan CIEL, koca bir radyoaktif çöplüğe dönüşen dünyadan kaçmayı başarmış, zengin ve imtiyazlı azınlık için bir sığınak işlevi görüyor. Fakat burada yaşamın hiç de huzur dolu olduğu söylenemez. Zira enerji kaynakları hâlâ büyük bir sorun. Bu yüzden de elli yaşını dolduran her koloni sakini ötenazi uygulamasıyla ölümü tatmak zorunda kalıyor. Ayrıca CIEL sakinlerinin pek insana benzedikleri de söylenemez. Birtakım mutasyonlar sonucu bu “şanslı” azınlığın tüyleri, kokuları, ten renkleri, üreme organları, dolayısıyla da üreme yetenekleri kaybolmuş durumda. Fakat diktatör De Men, üremeyi yeniden başlatmak için bazı planlar ve gizli deneylerle uğraşıyor.

Anlatıcımız Christine, zalim De Men’e karşı bir isyan planlıyor ve bu isyan da ilhamını Dünya’da yaşayan bir savaşçı olan Joan’dan alıyor. Joan ergenlik dönemindeyken kendi içinde bir güç keşfediyor ve bazı sesler (aslında şarkılar) duymaya başlıyor; tıpkı Jeanne d’Arc’ın tanrının sesini duyması gibi. Bu sesler, Joan ve Dünya arasında bir tür bağın kurulmasına sebep oluyor. Joan’ın iç dünyasında bunlar olurken Dünya da bitmek bilmeyen savaşlarla hızla yok oluşa doğru yol alıyor. Sonunda Joan, 16 yaşına geldiğinde, yaşamı kurtarmak için her şeyi geride bırakıp bir savaşçı olmaya karar veriyor; tıpkı Jeanne d’Arc’ın Fransa’yı kurtarmak için her şeyi geride bırakması gibi.

Bahsettiğimiz iki romanda da kadınların sonradan elde ettikleri yeni bir güç söz konusu. Fakat bu güç sayesinde Joan’ın dönüştüğü şeyle, Alderman’ın romanındaki kadınlarda gördüğümüz şey birbirine hiç benzemiyor. Zira sahip olunan güç Joan’ı daha alçakgönüllü biri hâline getirirken The Power’daki kadınları sarhoş ediyor.

Bu romanları ilgi çekici kılan tek şey, kadınları alışılageldiği gibi edilgen karakterler (ya da kurbanlar) olmaktan kurtarmaları değil. Burada esas değerli olan şey, bu kadın karakterlerin yalnızca “çocuk taşıyıcıları” olarak değil, kendi arzuları ve savaşları olan, psikolojik derinliğe sahip karakterler olarak ele alınmış olmaları. Bu romanlar bize şunu söylüyorlar: Evet, çocuk doğurma yetisine sahip olan kadınlar elbette yaratıcı güce sahip varlıklardır. Ancak kadınların sahip oldukları bu güç, onları savaşmaktan ve maceraya atılmaktan alıkoyamaz. Yaratıcı gücün sembolü olan kadın, şartlar öyle gerektirdiğinde yıkıcı bir güce de sahip olabilir.

The Book of Joan’un anlatıcısı Christine bir yerde şöyle diyor: “Onu bir kahraman olarak düşünüyordum. Joan’u yani. Sonra hepimizin bu kahramanlık fikrini algılama şeklimizi düşündüm. Bu fikir, erkeklerin ellerinden çıkma; bütün kahramanlık hikâyeleri gibi. Peki hikâyenin kahramanı, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir kadın olduğunda hikâye de değişmez mi? Bu kahraman, tanrıya ya da bir ülküye ya da bir inanca değil de gezegenin kendisine bağlıysa?”

Christine’in söyledikleri, bu iki romanın neden önemli olduğunun önemli bir göstergesi. Gerek gerçek yaşamda gerekse kurgusal anlatılarda kadınlar çoğunlukla erkeklere ve onların yarattıkları ataerkil yapılara göre tanımlanıyorlar. Oysa bu anlatılar, kadınları tanımlamak için erkeklere ihtiyaç duymuyorlar. Kadın, eş ya da anne ya da yuvayı yapan narin kuş değildir. Yalnızca bunlardan ibaret değildir. Kadın, kadındır. Distopya da kapıdadır.

Kaynak

Yazar: Selin Arapkirli

1984 yılında doğdu. Biyoloji okurken birden yazar olmak istediğine karar verip son derece keskin bir dönüşle Güzel Sanatlar Fakültesi'ne girdi. Fakat oradan da senarist olarak çıktı. Hala ilk romanını yazamadı ve giderek yaşlanıyor. Fakat ne kadar yaşlanırsa yaşlansın doğduğu yılla, 1984'le hep gurur duyuyor.

İlginizi Çekebilir

P. D. James kapak

Polisiyenin Kraliçesi: P. D. James

Polisiye roman yazarı ve kamu görevlisi olan Phyllis Dorothy James, 3 Ağustos 1920’de Oxford’da gelir …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et