distopik kurguda ureme nufus cinsellik

Distopik Kurguda Cinsellik, Üreme ve Nüfus Kontrolü

Distopik kurgular, geleceğe yönelik sosyal kaygılarla şekillenirler ve toplumda hâlihazırda var olan kimi eğilimlerin olası sonuçlarına karşı sert bir uyarı niteliği taşırlar. İnsan üretimi teknolojinin kötüye kullanımı ve aşırı nüfus artışı da bu kaygılar arasında önemli bir yere sahiptir ve bu iki mesele daima bu tarz fütüristik kurguların odağında olmuştur. Distopya denildiğinde akla gelen ilk eserler olan Cesur Yeni Dünya ve 1984’te de durum böyledir. Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında üreme devlet tarafından kontrol altına alınmış; aile, evlilik, kendi çocuğuna sahip olma hakkı ortadan kaldırılmış, herkesin herkesle “özgürce” birlikte olabildiği, çocuklarınsa kuluçka yöntemiyle tüplerde üretildiği bir yaşam biçimi kurulmuştur.

George Orwell’in 1984’ündeyse evli olmayan çiftler arasında cinsel ilişki yasaklanmıştır. Evli çiftlerde gönül bağına da sıcak bakılmaz. Evliliğin tek amacı, partinin hizmetine verilecek çocuklar üretmektir ve cinsel birleşme de lavman yapmak gibi iç bulandıran bir işlem olarak düşünülmektedir. Üstelik her iki cins için de bekâreti özendiren, anti-seks örgütü gibi kuruluşlar vardır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, savaşı yaşayan ülkelerdeki bebek doğumlarında ani bir patlama yaşanmış, bu dönem demografi terminolojisinde “bebek patlaması” (baby boom) olarak anılmış ve Batı dünyasının nüfusunu epeyce artırmıştır. Teknoloji ve tıp alanlarındaki gelişmeler sayesinde pek çok ölümcül hastalık kolayca tedavi edilebilir olmuş, çocuk ölüm oranlarında düşüş sağlanmış ve insan nüfusu katlanarak artmaya devam etmiştir. Nüfus artışı geleceğe yönelik bir kaygıya dönüştüğündeyse hemen herkesin aklına aynı isim gelir: Thomas Robert Malthus.

İngiliz demograf Thomas Malthus, 1789 yılında yayımladığı Nüfusun İlkeleri Üzerine Bir Deneme adlı eserinde, insan nüfusunun geometrik artışıyla besin kaynaklarının aritmetik artışı arasında, zaman içinde uçsuz bucaksız hâle gelmesi kaçınılmaz olacak bir dengesizlikten bahseder. Malthus’a göre tarihteki tüm savaşlar, kıtlık dönemleri ve salgınlar bu dengesizliği ortadan kaldıracak “olumlu” tedbirlerdir. Malthus’un fikirleri bugün bizler için fazlasıyla acımasız görünse de pek çok yaratıcı zihne ilham verdiği açıktır. Örneğin Charles Darwin bunlardan biridir. Diğeri ise distopya yazarı Anthony Burgess‘tir. Otomatik Portakal‘ın da yazarı olan Burgess, Malthus’un fikirlerinden yola çıkarak, 1962 yılında aşırı nüfus, buna bağlı kıtlık ve engellenen üreme özgürlüğü üzerine The Wanting Seed adında bir distopya kaleme almış ve romanını şöyle tanımlamıştır: “Bir Malthus komedisi.”

Roman, pek çok distopik kurgu gibi vatandaşları üzerindeki kontrol gücü günbegün artan bir totaliter devlet resmi çizer. Belirsiz bir gelecekte geçen hikâyede hükümet, nüfus yoğunluğu ve buna bağlı olarak yaşanan gıda kıtlığını kontrol etmek için kendince bulduğu çözümlerle mücadele vermektedir. Kısırlık Bakanlığı olarak adlandırılan kontrolcü yapının nüfusu kontrol altına almak adına bulduğu çözümse toplumu eşcinselliğe özendirmektir. Halkı “greyboys” denen eşcinsel polislerle yöneten devlet, eşcinsel olduğunuzda devlet kadrolarında rahatça iş bulmanızı ya da hâlihazırdaki işinizde terfi etmenizi sağlamakta, ayrıca tüm organlarıyla eşcinsellik propagandası yapmaktadır; bunun için Homo Sapiens’e gönderme yapan şahane bir slogan bile bulmuştur:

“Homo olmak insan olmaktır!”

Romanına – 1962 yılında yayımlandığını düşündüğümüzde epey enteresan olan – böyle bir atmosfer tanıtımıyla başlayan Burgess, sonrasında yamyamlığa varan küresel çaptaki kıtlığı ve askeri diktatörlüğü gözler önüne serer. The Wanting Seed’in bir Malthus komedisine dönüştüğü yer de burasıdır. Zira bulduğu çözümlerle üremeyi kontrol altına alamayan hükümet, Malthus’tan ilhamla planlanmış sahte savaşlar yaratır ve böylece yoğun nüfusun bir kısmını “temizlemiş” olur.

The Wanting Seed, 1960’larda üreme özgürlüğü ve aşırı nüfus konularına eğilen tek distopya değildir. William F. Nolan ve George Clayton Johnson’ın otak yazımı olan, 1967 tarihli Logan’s Run, 21 yaşına ulaşan bütün vatandaşların, zevk veren zehirli bir gazla idam edildikleri, böylelikle hem nüfusun hem de kaynak tüketiminin dengede tutulduğu distopik bir geleceği anlatır. (Roman, 1976 yılında sinemaya da uyarlanmıştır.) Harry Harrison tarafından 1966 yılında yayımlanan Make Room! Make Room! (Yer Açın! Yer Açın!) da aşırı nüfus artışı meselesiyle ilgilenir. Distopyalarda genellikle karşılaştığımız gibi bu romanda da yalnızca üst sınıfın su ve doğal besinlere ulaşabildiklerini, kalabalıkları oluşturan alt sınıfınsa büyük bir sefalet içinde yaşadığını görürüz. Roman, 1973 yılında Soylent Green ismiyle beyaz perdeye de uyarlanmıştır ve tıpkı Burgess’in The Wanting Seed’inde olduğu gibi burada da aşırı nüfusun neden olduğu kıtlığa bulunan çözüm aynıdır: Yamyamlık.

Burgess ve Harrison’dan bahsetmişken bir magazin bilgisine de değinelim. Burgess otobiyografisinde, Harry Harrison’ın filmin finalindeki “soylent green” fikrini kendi romanı The Wanting Seed’in finalinden çaldığını iddia etmiştir. Fakat Burgess bu iddiada yanılıyor olabilir. Zira yazar Ramsey Campbell’ın belirttiği gibi, romanın filmden farklı bir finali vardır ve zavallı Harry Harrison, yapımcılar tarafından Soylent Green filminin yapım sürecine dâhil edilmemiş, hatta dışlanmıştır. The Wanting Seed romanı ve Soylent Green filmi arasında pek çok ortak tema ve fikir olduğu açıktır, ancak görüldüğü üzere bu intihalden Harrison’ın kendisi sorumlu değildir.

Damızlık Kızın Öyküsü

Cinsellik, üreme özgürlüğü ve nüfus problemleri, bu kez farklı bakış açılarıyla ele alınmış olsa da 1960’lı yıllardan sonra da distopik kurgulardaki endişelerden olmaya devam etmiştir. Bu eserler içinde en önemli olanlardan biri hiç kuşkusuz Margaret Atwood’un 1985’te yayımlanan The Handmaid’s Tale (Damızlık Kızın Öyküsü) adlı eseridir. Geleceğin Amerika Birleşik Devletleri sınırları içindeki kurgusal bir eyalet olan Gilead Cumhuriyeti’nde, doğurganlık bir hayli azalmıştır, kısırlık sorunu artık global tek sorundur ve hâlâ hamile kalabilen kadınlar, egemen sınıf tarafından cinsel kölelere dönüştürülmüştür.

Romanın anlatıcısı Offred, bedeni Komutan’a ait olan bir “hizmetçidir.” Zihni de büyük ölçüde ona aittir çünkü okuması ve düşünmesi kesinlikle yasaktır. Neyse ki Offred’in, bu köktendinci Hristiyan hükümetin başlarına musallat olmasından öncesine dair canlı hatıraları vardır ve biz de onun hatıraları sayesinde yaşamın kadınlar için nasıl böyle bir cehenneme dönüştüğünü öğreniriz. The Handmaid’s Tale’de Atwood, bir yandan kadın hareketinin kazanımlarının tersine dönmesi durumunda olabilecekleri anlatarak feminist bir tartışma açarken diğer yandan da muhafazakâr sağcı siyasetin tehlikelerini eleştirir.

Polisiye yazarı P.D. James’in Children of Men’i ise 1992 yılında yayımlanır. Roman, 2006 yılında Alfonso Cuaron tarafından sinemaya da uyarlanmıştır. Children of Men de tıpkı The Handmaid’s Tale gibi doğurganlık sorunlarıyla ilgilenir. Fakat James’in 2021 yılında geçen gelecek vizyonunda, kısırlaşmamış tek bir kadın vardır. Bu dünyada, 1994 yılından beri hiç çocuk doğmamış ve İngiltere bir diktatörlük rejimine dönüşmüştür. Mülteciler de başka bir sorundur. Başkahramanımız Theo, bu zalim hükümeti devirmek ve dünyadaki tek hamile kadını korumak için gizemli bir grup tarafından işe alınır ve olaylar gelişir.

Görüldüğü gibi bu iki roman, yirminci yüzyılın sonlarında nüfus, üreme ve doğurganlık konularında 60’lı yıllardakinden daha farklı kaygıların ortaya çıktığını anlatıyor. İlk distopik kurgularda ya da 60’lı yıllardaki distopyalarda öne çıkan cinselliği özgürce yaşama özlemi, sonraki yıllarda yerini “üremek için cinsellik” konseptine bırakıyor. Kimilerine göre bu bakış açısı değişimi, 1960’lı ve 70’li yılların “özgür aşk” döneminden sonra, cinsel yolla bulaşan ve tedavisi olmayan yeni bir hastalık olan AIDS’in dünyaya musallat olmasıyla ilişkili.

AIDS gerçeğinden sonraki distopik kurgularda cinselliği özgürce yaşamak ve ölüm imgelerinin iç içe geçtiği düşünülüyor. Örneğin Burgess, AIDS’in tıpkı geçmişte frenginin yaptığı ve gelecekte yeni hastalıkların yapacağı gibi, bizlere “cinsel özgürlüğümüzde sınırlamalar olduğunu hatırlattığını” iddia ediyor. Kısacası cinsel yolla bulaşan bir hastalık, gerçek hayatta olduğu gibi distopik kurgularda da cinselliğe bakışı ve cinsellikle ilişkili kaygıları topyekûn değiştirebiliyor. Fakat bu kurguların hemen hepsinin bir ortak paydası var: Orwell’in 1984’ünde de James’in Children of Men’inde de kadın, bir “bebek üretim makinesi” ve “koca bir rahim” olarak algılanıyor.

Distopya yazarları, 2000’li yıllarda da cinsiyet, üreme ve doğurganlık konularına eğilmeye devam ediyorlar. Cormac McCarthy’nin 2006’da yayımlanan Pulitzer ödüllü romanı The Road (Yol)’da da “bebek üretim makinesi” olan kadınlar gösterilir. Burada da The Wanting Seed ya da Soylent Green’deki gibi kıtlık ve buna bağlı olarak yamyamlık olgusu öne çıkmaktadır ve üretilen bebekler, her şeyin ölmeye yüz tuttuğu post-apokaliptik bir dünyada yiyecek olarak kullanılmaktadır. Roman, 2009 yılında John Hillcoat tarafından çok başarılı bir şekilde beyaz perdeye de uyarlanmıştır.

Distopik kurgularda cinsel özgürlüğe ve üreme özgürlüğüne yönelik tehdit, genellikle daha geniş çaplı sosyal özgürlükler için bir metafordur. Bu kurgularda karakterlerin hayatları üzerinde çok ciddi sosyal kısıtlamalar vardır. Birincil sosyal ilişkiler yok olmuş durumdadır; gerçek dostluk ve aşk ilişkileri söz konusu bile değildir. Aile ise artık klasik anlamda bir aile değildir; aile yapısı mahremiyetini yitirmiş ve kontrol edilebilir hâle getirilmiştir. Özellikle totaliter rejimleri odağa alan distopyalarda ideoloji, aile bağlarının da üzerindedir. Bireyselleşme en üst düzeydedir; aile fertlerinin birbirlerini ihbar edebilecek kadar devlete bağlı olabildiği durumlar söz konusudur. Yani cinselliği ve üremeyi kontrol altına almak demek, bireyi yalnızlaştırıp daha kolay kontrol edilebilir hâle getirmek demektir.

Sonuç olarak distopik kurgular, hangi temaya odaklanırsa odaklansınlar, arka planda devlet gücünün sınırlarını sorgularlar. Vatandaşların gelecekteki “mutluluklarını sağlamak” adına, kaç kişinin doğması ya da kaç kişinin ölmesi gerektiğine karar veren de yine devlettir. Cinsellik mi? Devlet sizin için en uygun eşi belirleyecektir. Üreme mi? Devletin sizin çocuğunuza ihtiyacı varsa neden olmasın? Nihayetinde kimi devlet Malthus’un hayaletini dinleyip geleceği ona göre planlayacak, kimisi de “iyimser” davranıp Malthus’u reddedecek ve “en az üç çocuk” isteyecektir. Tabii burada distopik kurgulardan bahsediyoruz; gerçeklerden değil…

Kaynak

Yazar: Selin Arapkirli

1984 yılında doğdu. Biyoloji okurken birden yazar olmak istediğine karar verip son derece keskin bir dönüşle Güzel Sanatlar Fakültesi'ne girdi. Fakat oradan da senarist olarak çıktı. Hala ilk romanını yazamadı ve giderek yaşlanıyor. Fakat ne kadar yaşlanırsa yaşlansın doğduğu yılla, 1984'le hep gurur duyuyor.

İlginizi Çekebilir

İkircikli Bir “İkarus’un Düşüşü” Öyküsü: Alaycı Kuş

“Işıktır hayatım, ölüm rüzgârını bekleyen, Elimin tersine konmuş bir kuş tüyü gibi.” Amerikalı bilimkurgu yazarı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et