Distopik Düşler: Feminist Bilimkurgu Geleceği Nasıl Öngördü?

Mary Shelley’den Margaret Atwood’a, feminist bilimkurgu yazarları yaşamanın farklı biçimlerini hayal ederek, bizi “işleri başka türlü yapabilir miyiz” diye sormaya teşvik ettiler. Margaret Atwood’un eskimeyen distopik romanı Damızlık Kızın Öyküsü TV dizisi olarak da karşımıza çıktı. 1985 yılında yayımlanan roman, üreme haklarıyla ilgilenmesi, teokratik bir yönetimin ABD’de aniden güç kazanması, pandomimleştirilmiş İslami Fanatikleri konu etmesi ile güncellik ve zamanlama açısından daha yerli yerinde olamazdı. Diğer yandan, feminist bilimkurgu yazarları, kendi tarihsel anlarının ötesine bakabilme alışkanlıkları, asıl nedenleri analiz edebilme becerileri, ne olabileceğini kesin bir dille ifade etmeseler de, işlerin nasıl değişebileceğini öngörebilmeleri itibariyle güncelliklerini hep korumaktadırlar.

Feminist bilimkurgunun hikâyesi nerede başlar? Başlangıç noktası olarak çok sayıda olasılık var: Margaret Cavendish’in ütopik bir krallığın imparatoriçesini anlattığı 1666 tarihli Alevlenen Dünya adlı romanı bu olasılıklardan biri iken, bir başkası Mary Shelley’nin erkeklerin “doğurması” ve bu durumda neler olabileceğini araştırdığı Frankenstein’ını ileri sürebilir; bir diğeri ise Begüm Rokeya’nın, toplumsal cinsiyetin tersine çevrilip erkeklerin peçe taktığı kurgusal bir Hindistan’ı anlattığı 1905 tarihli “Sultan’ın Rüyası” adlı öyküsünü hatırlatabilir.

Ursula K. Le Guin

Belki de başlangıç noktası şuydu: 29 Ağustos 1911 tarihinde, Amerikan Yerlisi Yanalara bağlı Yahi adlı grubun bir üyesi olan 50 yaşında bir adam, Kaliforniya Oroville bölgesi yakınlarında bir ormandan çıktı ve yerel polis tarafından yakalandı. Bu adam o zamanlarda, basında da sıkça geçtiği gibi, “son vahşi Yerli” olarak biliniyordu. Kendine, Yahi dilinde “erkek” anlamına gelen “Ishi”  ismini seçmişti. Yahilerin sonuncusuydu ve kabilesi yok edildiğinden bu yana birlikte büyüdüğü insanlardan geriye kalanları bulmak umuduyla doğada tek başına yaşıyor ve oradan oraya dolaşıyordu. Ne zaman ki kabilesinin tamamen yok olduğundan emin oldu ve orman yangınlarıyla açlıktan ölme noktasına geldi, yerel polisin kendisini bulup yakalamasına izin verdi.

Ishi, hayatta kalan son Yahi olduğunu bildiği için kendisi bu dünyadan göçüp gittiğinde muhtemelen yok olacak kültürünü başkalarına aktarmak istiyordu. Sonunda Kaliforniya Üniversitesi antropoloji müzesi yöneticisi Alfred Kroeber ile yaşamaya başladı. Ishi, taş yontmanın inceliklerinden Yahi diline, Kroeber’e elinden gelen her şeyi öğretti. Ayrıca kayda geçmesi ve saklanması için Yahi insanlarının hikâyelerini, son bir kez anlattı. Kroeber’in kayıtlarına göre Ishi çocukları çok seviyordu. Ishi, 1916’da tüberküloz nedeniyle yaşamını yitirdi. Ardından, Alfred’in eşi Theodora, –antropologların kaydedebildiği kadarıyla- Yahi kültürünü ve Ishi’nin hayattan payına düşeni aktaran İki Dünyada Ishi adlı bir kitap kaleme aldı. Bu kitabı okumak, yok olup gitmiş girift ve harikulade bir medeniyete, tıpkı yabancı ve ulaşılmaz bir dünya gibi, düş gücüyle sadece bir anlığına diriltilebilen bir yere dokunmak demek!

Margaret Atwood

Peki bunun feminist bilimkurgu ile bağı nedir? Bir bilimkurgu yazarı olan Ursula K. Le Guin,  Theodora ve Alfred Krober’in kızıdır. Karanlığın Sol Eli adlı romanı, devrimci kadın hareketinin henüz baharı olan 1969 yılında yayımlanmış olup feminist bilimkurgunun ilk örneklerinden biridir. Roman, insanların sabit bir cinsiyetinin olmadığı Gethen adlı gezegene giden Dünyalı bir adamla ilgilidir. Sırasıyla büyülenmiş, dehşete düşmüş ve korkunç derecede yalnız bir adamdır bu. En nihayetinde herkes için “normal” olan bir başkası için yabani olabilir!

Aslına bakarsanız feminist bilimkurgunun bazı yazarları ile yaban hayat arasındaki ilişki şaşırtıcı derecede güçlüdür. Margaret Atwood çocukken yılın büyük bir çoğunluğunu Quebec ormanlarında geçirmiştir. Babası, tekil arılar üzerinde uzmanlaşmış bir böcek bilimcidir ve Kanada orman endüstrisini böceklerden koruyacak yöntemler üzerine çalışmıştır. Atwood’un çocukluk baharları, yazları ve sonbaharları ormanda, elektriği bile olmayan ahşap bir kulübede geçmiştir ve Atwood orman göllerinde kano kullanmış, kamp ateşinde yemek pişirmiştir. James Tiptree Jr. takma adıyla yazan ve ismi “bilimkurgu ya da fantastik edebiyat cinsiyet araştırmaları” ödülüne verilen Alice Sheldon ise çocukken Afrikalılarla, özellikle de Kikuyularla birlikte seyahat etmiştir. Sheldon’ın babası Herbert bir araştırmacı, annesi Mary ise bir seyahat yazarı ve savaş muhabiridir.

Elbette feminist bilimkurgu yazarlarının hepsinin ebeveynleri onlara ormanda ateş yakmayı öğretmedi. Bizim ilgimizi çeken ve tüm bu hikâyeleri birbirine bağlayan şey, genç insanların erken yaşlarda, en az bizimki kadar geçerli ve saygıyı hak eden, en az bizimki kadar sorunlu ve aynı derecede güzel başka türlü yaşam biçimlerine şahit olmaları. Bu sayede farklı kültürlerin ve var olma biçimlerinin kendi içinde mantıklı olduğunu kavramaları ve ne kadar büyümüş olurlarsa olsunlar işleri farklı yapmanın mümkün olduğunu bilmeleri. Bu olasılıklara şahit olan biri, eğer her şeyi tamamen farklı yapmayı tercih etseydik dünyanın nasıl bir yer olabileceği fikrini yansıtmadan duramaz. Feminist -başka bir deyişle toplumsal cinsiyeti sorgulayan- bilimkurgu, özenle tasarladığı farklı toplumlar aracılığıyla bugün, genel batı kültüründe erkek ve kadın için düşündüklerimizin “ne kadarı insan türünün doğasında var ve ne kadarı icat edilmiştir”i sorgulamaktadır. Ve eğer bunu biz icat ettiysek, iyi ya da kötü, bunu daha farklı bir şekilde yeniden icat edebilir miyiz?

Bu sorunun cevabı çoğunlukla distopiktir. Damızlık Kızın Öyküsü feminist spekülatif kurgunun muhtemelen yayımlanmış en ünlü işidir; bilimkurgu ve fantezi türünün sınırlarını aşarak bu türün takipçisi olmayan çok sayıda okurun takdirini kazandığı da kesin. Hikâye, ABD’nin New England bölgesinde, kökten dinci Gilead ülkesinde geçmektedir ve ülkenin yönetimini “Yakub’un Oğulları” adlı Hristiyan bir tarikat devralmıştır. Doğum oranlarındaki âni düşüş sebebiyle devlet, İncil modeli üreme yöntemine döner. Ülke yönetimindeki erkekler, genç ve doğurganlığını kaybetmemiş kadınları mülkiyetlerine alırlar ve onlara tecavüz ederek döllerler. Bu sayede dünyaya gelen çocuklar daha sonra bu erkeklere ve eşlerine ait olacaktır. Roman, Offred adında bir damızlığın hikâyesine odaklanıyor. Offred ismi tam bir Anglo-Sakson kelime gibi duyulsa da aslında “Fred’in” anlamına geliyor ve Fred de damızlığa sahip olan adam oluyor.

Damızlık Kızın Öyküsü’nü bu kadar ürkütücü yapan inandırıcılığı. Aslına bakarsanız, romanda geçen her şey –damızlık kızların tuzağa düşürülmesi vb.- daha önce bir yerlerde gerçekleşti ve bu hâl, birileri tarafından doğru, her şeyin en iyisi ya da yaşamanın tek yöntemi olarak sunuldu. Atwood, Gilead gibi bir ülkenin nasıl ortaya çıkabileceğine dair korkunç derecede öngörülüymüş:

“… faciadan sonra, yani başkan vurulduktan ve Kongre makinalı tüfekle taranıp ordu, OHAL ilan ettiğinde ilk İslami fanatikleri suçladılar … Sözüm ona güvenliğimiz için gazeteleri sansürlediler ve bazılarını kapattılar. Yollara barikat kurmaya ve geçiş kartı sormaya başladılar. Herkes bu durumu onayladı, çünkü çok dikkatli olamayacağınız ortadaydı.”

Nihayetinde kadınların banka hesapları dondurulur, hesaplarındaki para onlardan alınır ve işlerinden kovulurlar. Tüm bunlar adım adım gerçekleşir. Canlı bir kurbağayı nasıl kaynatırsınız? Isıyı yavaş yavaş yükselterek. Korkunun politikası hep aynıdır. Geçmişe baktığımızda korku politikalarını kolaylıkla teşhis edebiliriz. Zamanı itibariyle kolaylıkla kabul görürler. Donald Trump’ın göreve başladığı gün, popüler bir pankart “Margaret Atwood’u Yeniden Kurguya Dönüştür” yazıyordu. Kadın hareketinin ortadan kaldırılamayacak bir kazancı yoktur – bazıları için dehşet verici, diğerleri için de neşeli bir eylem planı gibi görünecektir.

Joanna Russ

Feminist distopik kurgu yazarları kadınların hayatlarını zorbalıkla alaşağı eden gerçeklere karşı alarm durumundadır ve bu sayede akla gelmeyecekler bir anda düşünülebilir hale gelir. Joanna Russ, Dişi Adam adlı romanında paralel evrenlerden dört kadın tanışırlar ve evrenden evrene seyahat ederek farklı bir sistemde hayatlarının nasıl farklı olabileceğini gözlemlerler. Bu evrenlerden en cinsiyetçi olan aynı zamanda ekonomik olarak da en kötü durumda olanıdır. Söz konusu evrende yaşayan Jeannine, evlenecek bir adam bulamazsa hayatta kalabileceğine bile inanmamaktadır. Ekonomik olumsuzluklar çaresiz insanları daha da çaresiz duruma düşürür ve sorunlu toplumlar hayali bir kesinlik ve istikrar geçmişine gerileme eğilimdedir. Başka bir deyişle, bolluk zamanlarında adalet keseye uygun, ihtiyaç zamanlarında ise bir lüks gibi görünür.

Fakat kargaşa önümüze yeni fırsatlar çıkarabilir. Octavia Butler’ın Ekicinin Kıssası romanında, ABD’de ölümcül hava koşulları sebebiyle yüzlerce kişi hayatını kaybetmiş, medeniyet “duvarların koruması olmadan yaşamak delilikti” denecek kadar çökmüştür. Eski yöntemler artık işe yaramadığı için insanlar değişime açtır ve bu nedenle, “hiperempati” sendromlu genç bir kadın yeni bir din kurarak düzen oluşturmaya çalışmaktadır. Yani, feminist bilimkurgunun modern dünyada kendi yankısını bulmak için özgün yöntemleri var.

Marge Piercy

Marge Piercy’nin 1976 tarihli Zamanın Kıyısındaki Kadın adlı romanı, başka bir ikili gelecek tahayyülü önermektedir: biri ütopik, diğeri distopik. Romanın başkahramanı Connie Ramos bir akıl hastanesinden henüz salıverilmiştir. Gerçek ya da sanrı olduğu kesin olmamakla birlikte, gelecekten görüntüler görmektedir. Bu olası geleceklerden birinde insan türünün aklı başına gelmiş, diğer bir deyişle sahip olduğu her çeşit önyargının ne kadar saçma olduğunu kavramıştır. Artık yaşamın her tür çeşitliliğine -homoseksüel ve heteroseksüel, erkek ve kadın, her tür etnik köken ve fiziksel özeliğe- değer verilmektedir. Vahşi ve değişken gen havuzlarını olduğu gibi bırakıp yemek için havuç yetiştirmek bir şey, olası faydalar için suni yöntemlerle insan üretmek başka bir şey. Tek bildiğimiz yeni bir buzul çağı geliyor ve matematiksel becerilerle doğan çocuklardansa kürklü çocuklar üretmemiz yeğdir!

Connie’nin distopik gelecek görüsünde ise insanlar “seks amaçlı kullanılmak üzere kozmetik olarak düzeltilmekte”dir ve birbirlerine hangi çokuluslu şirketin mülkiyetinde olduklarına dair böbürlenmektedirler. Ütopik ve distopik bu iki gelecek görüsü karşılaştırıldığında, bize iyi bir ders vermektedir. Zamanın Kıyısındaki Kadın’ın en çarpıcı yanı, 40 yıl önce yayımlanmış bu romanda anlatılan iki dünyaya bugün sadece bir karış mesafede olmamız. Evet, her köşe başından kozmetik dolgu satın alabilirsiniz. Evet, kurumsal şirketler, adeta canlıymış gibi büyümeye ve güçlerini artırmaya devam ediyorlar; birleşiyorlar ve becerilerini katıştırıyorlar. Ve aynı zamanda, 1976 yılında muhtemelen çok garip kaçacak iki adamın flört ve dans ettiği bir sahne bize artık pek de ilginç gelmiyor. Ütopyalar ve distopyalar yan yana, hatta aynı anda var olabilirler. Hangisinin içinde olduğunuz tamamen sizin bakış açınıza bağlı.

Margaret Atwood ve Naomi Alderman

Naomi Alderman‘ın Güç adlı son romanı distopik gerilim olarak tanımlandı. Romanda dünyadaki neredeyse tüm kadınlar elektrikle başkalarını çarpabilme gücü geliştiriyor (hem erkeklere hem de kadınlara da elektrik verebiliyorlar; bu fikri yılan balıklarından almıştı). Güçlerini yavaş ve emin adımlarla kullanıyorlar, aynen bugün erkeklerin yaptığı gibi. Kadınların bazıları iyi bazıları ise acımasız. Bazıları tecavüz ediyorlar bazıları ise rızası olan insanlarla yatakta güzel zaman geçiriyorlar. Bu konuda kendisiyle röportaj yapanlara dikkatlice açıkladığı gibi, bugün dünyada kadınların başına gelmeyen hiçbir şey, romanda erkeklerin de başına gelmiyor. O halde romana distopik diyebilir miyiz? Şey… Eğer bir erkekseniz, evet.

Elbette böylesi bir cevap vermek çok kolay. Basmakalıp bir iğneleme bu ve elbette izleyicilerden alkış alıyor. Oysa ütopya ya da distopyalarla bizim dünyamız arasında çok ince ve alengirli bir çizgi var. Herkesin mutlu olduğu ve her şeyin olabilecek en iyi şekilde işlediğine inandığı mükemmel bir durum yaratabilir miyiz? Aynı şekilde, herkesin kötü ve ahlaki olarak iflas ettiği konusunda mutabık kalacağı bir yer yaratabilir miyiz? İnsan türü çeşitliliği içinde barındırır. Yani herkes için her şeyi her zaman yapamazsınız.

Le Guin’in herkese okumasını tavsiye edebileceğimiz çok güzel bir uzun kısa öyküsü var. Adı “Seggri Meselesi” ve bu öyküde Le Guin -her işinde olduğu gibi- bir antropolog gözüyle inceliyor ve anlamaya çalışıyor, yargılamıyor ve çözümlemeye çalışmıyor.  Seggri dünya dışı bir gezegen; yabancı bir diyarda düşünce deneyleri yapmak, o yerin berrak olması ve üzerine konuşmak istediğiniz sorunu izole etmesi itibariyle daha kolay. Seggri’deki insanlar fiziksel olarak aynı bizim gibi doğuyorlar, tek bir farkla: “her erişkin on altı kadına bir erişkin erkek düşüyor. Altı döllenmeden biri erkek embriyo ile sonuçlanıyor; ancak fetüslerin ölmesi ya da kusurlu erkek bebek doğumları nedeniyle buluğ çağında bu oran, on altıda bire düşüyor.” Ve bu eğilim her şeyi değiştirir.

Seggri’deki kadınlar birbirleriyle evlenirler. Bir erkeği tek bir kadın sahiplenemez. Onun yerine erkekler  “erkek genelevi”nde yaşamakta ve kaslarıyla gösteriş yapabilmek için atletizmle uğraşmaktadırlar. Yapmalarına izin verilen tek şey… oyunlarda ve sporda yarışmaktır… o kadar. Başka hiçbir seçenekleri yoktur. Ticaret yapmaya ya da herhangi başka bir şey üretmeye izinleri yoktur. Düşünce ve ifade özgürlüğü kazanmalarını sağlayacak herhangi bir etkinlikte bulunma –okula gitmek de dahil- hakları yoktur. Seggri’nin insanları şöyle der:

“Erkekler kendi iyilikleri için eğitimden korunmalıdır.”

Eş zamanlı olarak, kadınlar yuvalarını birlikte kurarlar, kendi çıkarlarını gözetirler ve zaman zaman sırf eğlenmek ya da çocuk yapmak için erkekleri kiralarlar. Bir antropolog Seggri ile ilgili gözlemlerini şöyle aktarır:

“Erkekler tüm ayrıcalıklara sahiptir, kadınlar ise güce.”

pataklayan-kadinlar

Bu öykünün en sevilen yanı, –en azından şimdiye kadar kurulmuş olan- her toplumun, mutlaka bir şeyi göz ardı ettiğini açık yüreklilikle aktarması. Hikayenin bir yerinde bir kadın, kendisine aşık olan ve kendisiyle tek eşli, özgür bir hayat yaşamak isteyen kadın yapıcı genç bir erkeğin meraklı davranışlarına üzülür. “Kadın, hayatında bir şeylerin yanlış olduğunu düşünür. Ama bunu nasıl düzelteceğini bilemez.” Acıklı… Çünkü her ne zaman biri, yanlış bir hayat yaşadığını düşünse aslında yanlış olan dünyanın kendisidir ve bu yanlışı nasıl düzelteceğimizi bilemeyiz. Bu da bizi Ishi’ye geri götürüyor. 1911 yılı itibariyle kabilesindeki herkesin katledildiğini ve eğer, topraklarını yağmalayıp yok eden yabancı güçlere teslim olmazsa açlıktan ölebileceğini biliyordu. Ancak 1911 yılı herkes için böyle berbat bir yıl değildi. New York halk kütüphanesi o yıl açılmış, Orville Wright planör uçuşunda yeni bir dünya rekoru kırmıştı ve Ronald Reagan doğmuştu –Reagen’ın doğumu en azından ebeveynleri için iyi bir haber olmalı-.

Reagan’ın ünlü konuşmasında anlattığı gibi, onun Amerika vizyonu “tepedeki parıldayan kent” idi; ışığın ve umudun feneri, dünyaya nasıl daha iyi olunacağını gösteren, herkese esin veren bir yer. Reagan beşiğinde bir bebekti; Ishi ise ormanda, Yahilerin işgalciler tarafından sonsuza dek yok edildiğini kabullenmeye çalışıyordu. Birilerinin “tepedeki parıldayan kent”i, başkalarının bu yeryüzündeki cehennemidir. Her ütopya içinde bir distopya barındırır; her distopya bir ütopya. Bu yoğun spekülatif kurgu yolculuğundan vardığımız sonuç, yapabileceğimiz en iyi şeyin, kimseyi dışlamamak için azami çaba harcayan bir toplum yaratmaya çalışmak olduğu. Ve dışarıda bıraktığımız insanlara karşı -her kim olursa olsunlar- özenli olmamız. Onları dinlememiz. Elimizden gelen her fırsatta her şeyi daha doğru yapmaya çalışmamız; nasıl başka türlü yapabileceğimizi düşlememiz…

Hazırlayan: Özlem G. | Kaynak

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu uzayli yaratik ahtapot

Erken Dönem Bilimkurgusunun Garip Uzaylıları

İnsanlığın uzaylılar hakkındaki fikirleri bin yıllar boyunca evrim geçirdi, ancak televizyon çağından önce bu fikirler …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et