“İyi bilimkurgu, iyi edebiyattır,” sözü kuşkusuz bir klişeden çok daha fazlasıdır. Bunu anlatırken değinilecek noktalar ise sanılanın aksine birden fazla. Bu doğrultuda kurgunun niteliğini vurgulayan birçok yöne sahip olduğunu söylemek gerek. Öncelikle klasik edebiyat geleneğine mensup ya da geleneği sürdüren yazarlar gerçeğe hangi anlayışla bakarlarsa baksınlar, baktıkları aynı gerçekliğe tekabül etmektedir ve metinler genel anlamda sanatçının zihnindeki tezahürü ölçüsünde şekillenmektedir.
Örneğin, yüzeysel de olsa ele alındığında, romantizmin en önemli temsilcilerinden Schiller’in eserlerinde gerçeğin sanatçının duyguları üzerinden yorumlanması görülürken, söz gelimi sembolist Mallarme’ın şiirlerindeyse gerçek sembollere dayandırılarak anlam zenginliğine ulaşır. Bu da gerçeklik yorumunun aslında yegane olduğunu kanıtlamaktadır. Yani ele alınan gerçeklik tektir, ancak sanatçı kendi dimağından damıttıklarını aktararak kendi algısıyla özgünleştirir.
Başka bir örnek vermek gerekirse, Tolstoy’un ve Balzac’ın eserlerinde de Hakan Günday veya Orhan Pamuk’un eserlerinde de gerçek dediğimiz kavram farklı üsluplarla da sunulsa, yaşadığımız dünya ölçüt kabul edilir. Yani gördüğümüz manzarayı onların yorumuyla seyrederiz; fakat manzara nihayetinde aynıdır. Burada sanatçının mahareti görüldüğü üzere yorum kabiliyetindedir. Bir başka örnek olarak klasik anlayışa sahip, realist çizgide olan Tolstoy zamanı doğrudan aktarır ama postmodern Orhan Pamuk zaman akışını bozmaktadır. Bu da yoruma örnektir. Ancak netice itibariyle ikisi de kendi gerçeğini yaratmaz; gerçekliğin zihinlerindeki tezahürünü yansıtırlar.
Oysa bilimkurgu edebiyatı özelinde yorum yapacak olursak işler değişir. Bilimkurgu, gerçekçilik denilen tabire yeni anlamlar yükleyerek başlar işe. Gerçekçiliğin dayanağı klasik anlayışta tutarlılık bu bahiste öne çıkarken, bahsedilen şey yaşanılan yaşamla doğrudan uyumudur. Halbuki bilimkurgunun tutarlılığı daha ziyade kurgusal bütünlük içerisindeki uyumla ilgilidir. Yazar gerçekte var olmaması gereken şeyleri sırf kurguya uydurduğu ve kendi gerçekliğiyle bağdaştırdığı için ekleyebilir; başka gezegenlere, var olmayan icatlara değinir ve buna rağmen okur tutarlılıktan ötürü şahit olduklarını kanıksar. Dolayısıyla bilimkurgu var olan gerçeğin değil, kendi içinde oluşturduğu gerçekliğin uyumunu arar. Bu da sanılanın aksine bilimkurguyu bir hayli “gerçekçi” kılar.
Üstelik bilimkurgunun iyi edebiyat oluşu sadece gerçekle ilgili farklı yorum katmasından ibaret değildir. İyi bilimkurgunun niteliği üslup ile kurgu arasında ince bir çizgi çekmesinden de kaynaklanır. Burada mevzu üslupla kotarılan metinlerin aksine derin bir felsefi ve bilimsel alt yapı kurulma ihtiyacıdır şüphesiz. Bu gereksinim yerine getirilmeden ortaya konulan eserler hem edebi hem de bilimsel olarak yeterliliğe sahip olamazlar ve haliyle iyi bir eser de sayılmazlar. Yani meselesi olmayan anlatılar, nasıl anlatılırsa anlatılsınlar yetkin hale gelemezler.
Bunun haricinde bilimkurgunun geleceğe hitap ederken anlam derinliğini kullanması ve sembolizm gibi akımlara da göz kırpması hayli ilginçtir. Söz gelimi Stanislaw Lem‘in Solaris‘inde karşımıza çıkan “deniz” metaforunu bilimkurgusal bir gözden değil de postmodern bir anlayışla da inceleme şansına sahibiz. Bize sunduğu bu altyapı zenginliğiyle bilimkurgu edebiyatı haddizatında ne denli zengin bir düşün dünyasına sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Ki böylece boş zaman aktivitesi olmadığı da ortaya çıkmaktadır. Zira bilimkurgu yazarlığı, yazarlıktan ziyade iyi bir okur olmayı gerektirir.
Buna birkaç örnek vermek gerekirse, Philip K. Dick‘in Vulcan’ın Çekici adlı eserinde ön plana çıkan teknolojik bir tema olsa da, arka planda politik ayak oyunlarına ustalıkla değinilir. Ya da Ursula K. Le Guin‘in Karanlığın Sol Eli‘nde farklı bir gezegende yaşayan ırkların hayatları mevzu bahis ediliyor gibi görünse de, aslında heteronormatif anlayışa dair ciddi eleştiriler getirilir. Isaac Asimov‘un Vakıf serisi de hakeza politik birçok gönderme yapar. Vakıf’ı yazarken esinlendiği eserlerin en meşhuru Edward Gibbon‘un yedi ciltlik ünlü kitabı Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi‘dir. Asimov bu ve benzeri eserlerden hareketle ulaştığı derin bilgi birikimi vasıtasıyla Roma İmparatorluğu tarihini alır ve bilimkurgusal bir destana dönüştürür.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, bilimkurgu başlı başına edebiyat anlayışına sahip, kendi içinde kendine has dinamiklerini oluşturmuş bir alandır. İnsan zihninin sınırlarını devamlı zorlayan, bununla da yetinmeyip sinemaya ve bilime de kaynaklık sağlayan saygın bir mecradır. Ayrıca klasik edebiyattan da beslendiği ve destanlardan bugüne değin gelen mirası taşıdığı da bir başka gerçektir. Aksi takdirde 2001: A Space Odyssey gibi bir modern destanın yazılması mümkün olur muydu? Sırf bu açıdan önemi özetlendiğinde, bilimkurgu, geleceğin değil zaman ötesinin bir göstergesidir bile denilebilir ve her gösterge gibi kendi içinde taşıdığı anlam zenginliğiyle oldukça kıymetlidir. Yeter ki o cevheri işleyecek donanıma sahip kişiler yaratıcılıklarıyla üzerine eğilsin. Gerisi kelimelerin gücüne kalacaktır zaten.