Distopya Ceza

Distopyanın Ruhu ve Yakın Dönem Distopyasında Ceza Sistemleri

Dünya nereye gidiyor diye kendi kendimize sorduğumuzda cevap için çok azımız kitaplara yöneliriz. Çünkü kitaplar hazır reçete sunmaz, orada aradığınızı bulmak zahmetli bir iştir. Hâlbuki gidişatın hangi yönde seyrettiği yıllar önce sayfalara kazınmıştır. Bu eserleri, zamanını iyi tahlil eden ve geleceği öngören kitaplar diye adlandırıyoruz. Onları kaleme alanlar medyum değil, yaşadıkları çağın nabzını iyi tutan, olan biteni tüm çıplaklığıyla görüp gelecek için yorumlayan yazarlardı. Genelde bilimkurgu eserleri, daha geniş bir kapsamda ise distopyalar, öngörü açısından muazzam bir başarı yakaladıkları için hâlâ tartışılmaya devam ediyorlar. Tıpkı bu yazıdaki gibi.

Son yıllarda distopya romanlarına ilgi büyük. Amazon’un çok satanlarının tepesinde 1984’ü görebiliyoruz. Gözümüzü Türkiye’ye çevirdiğimizde durum farklı değil, hem internetten satış yapan kitapçıların listesinde hem de mağazalarda 1984’ün epeydir kendine tepelerde bir yer bulduğuna kitapları seven kişiler olarak şahidiz. Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451, Otomatik Portakal, Biz ve yeni baskısı yakın zamanda Doğan Kitap tarafından yapılan -hatta dizi film olarak izleyicinin karşısına çıkan- Damızlık Kızın Öyküsü’ne benzer ilgi mevcut. Sadece edebi eserlerde değil, sinema ve TV’de de karanlık bir dünyayı konu alan yapımlar tercih ediliyor, bu yapımlar kendine geniş bir izleyici kitlesi bulabiliyor. Yazıyı yazarken 1984’ün Kitapyurdu’ndaki satış miktarının 43 bini aştığını görüyorum, muazzam bir sayı, bir de toplamını düşünelim, muhtemelen bir milyona yaklaşmıştır. Bu ilgi ve alakanın sonucunda kitap bloglarında “mutlaka okunması gereken distopik romanlar” başlığıyla onlarca liste yapıldı, olasıdır ki yapılmaya devam edecek.

Saydığım eserler distopya romanları için birer klasik diye nitelendirilmiş durumdalar. Edebiyatta klasik demek, sonra gelen eserler için ölçüt olmak demektir. Bu distopyaların neden öncü sayıldıkları, yıllar geçmesine rağmen neden hâlâ okundukları, son dönemdeki ilgi artışının sebepleri farklı bir yazının konusu olmayı hak ediyor. Kısaca değinecek olursak, bazı dönemlerde kimi eserler-türler veya yazarlar öne çıkar, toplum dinamiği okurun tercihleri üzerinde etkilidir. Bu romanları okuyoruz çünkü dünyanın nereye gittiğini merak ediyoruz. Mesela, ülkemizde yakın dönemde çok satanlardan inmeyen yazarlardan birinin Stefan Zweig olması, üzerinde düşünülmeye değer bir konudur. Edebiyatın uzanamadığı bir fikir alanı yoktur, distopya da sahip olduğu tür özelliğiyle o alanları kapsar.

Ütopyalardan Distopik Kurguya Uzanan Yol

ütopya ve distopya

Rönesans Avrupası dünyada çok şeyi değiştirdi. Rönesans insanı-ruhu tasviri hâlâ geçerlidir, birçok konu için kıstas değeri taşır. Batılı gibi olmak deyimi de Avrupa Birliği düşüncesi de Rönesans’ın bir getirisidir. Bilim ve sanatı keşfetme yolunda büyük adımlar atan Avrupa’da insan artık ön plandadır. Belli bir topluma değil insanlığın bütününe bağlılık gösteren Erasmus, insanoğlunun istediği takdirde aklın daima zafer kazanabileceği düşüncesini seslenirken, yakın dostu Thomas More, insan ve toplumun esenliği için ideal olanın yollarını aradı ve yazdığı bir kitapta buna Ütopya dedi. On altıncı yüzyıldı. Francis Bacon, Yeni Atlantis’te onun düşlerini takip etti, diğerleri de. Rönesans ikliminde doğan ütopyalar her türlü bağnazlıktan uzak, özgürlük ve refah içindeki bir toplumun resmini çizerken heyecan ve aydınlanma fırtınası insanların etrafında dönüp durdu. Orta Çağ karanlığı, savaşlar, salgın hastalıklar, insanın üzerine çullanmış baskılar, sansür, engizisyon ve diğerleri tek tek hükmünü kaybetmek zorundaydı, böyle bir ortamda iyiyi-güzeli düşlemek bir ümit ışığıydı. Rönesans’ı yaratan insanın kendisi olduğuna göre, insan için ideal bir gelecek fikri mümkündü. Sanat ve bilim, toplumu daima ileri taşımaya hizmet edecekti, ortaya çıkarılması gereken sayısız bilgi vardı. Her şey Rönesans Avrupası’nın Antik Çağ düşüncesini tekrar uyandırmasıyla başlamıştı, Devlet ile ilk ütopyanın tohumunu atan Platon da öğretileriyle oradaydı.

Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise bilimsel devrimler art arda sıralandı. Dünyada dengeler sanayileşme, endüstri ve teknoloji alanında yeniden inşa ediliyor, bambaşka bir aşamaya geçiliyordu. Yaşadığımız gezegene hükmetme konusundaki dev adımlar peş peşe gelirken artık uzay çağı da başlamak üzereydi. Peki, tüm bu gelişmeler insanın mutluluğu için mi, yoksa yönetimlerin hem kendi vatandaşlarına hem de dünyaya iktidar kurma arzuları üzerine miydi? Teknolojinin son aşamada bizi götüreceği yer için Kurt Vannegut’un Otomatik Piyano’suna göz atmak ilham verici olacaktır.

doğa

Ütopyalarda mevcut düzen eleştirilirken, iyimser bir yaklaşımla insanoğlu için geleceğin ideal bir şekilde tasarlanabileceği düşlenmişti. Dolayısıyla yirminci yüzyıla kadar ideal devlet-toplum tasarımları konusunda farklı girişimler devam etti. Orta Çağ mistisizmi ile Rönesans arasında keskin bir çizgi bulunmuyorsa da ütopyalardan distopyalara geçişte o keskin darbenin izini görmemiz mümkün. Artık ibrenin yönü değişmiş, aydınlığı arayan kalemler karanlığa yönelir olmuştu. Edebiyat, genel anlamda sanat böyledir, toplumsal kırılma anları düşünceyi ve ortaya çıkan ürünü etkiler. Rönesans, Aydınlanma Çağı, Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi, savaşlar… Tüm o bilindik, romantizm, realizm, sembolizm, varoluşçuluk gibi akımların ortaya çıkması da benzer bir süreçte meydana geldi. Değerli hocam Ahmet Cemal’in Kafka’nın Dava çevirisi için yazdığı önsözde, Camus’den aktardığı alıntı bu farkı özetler niteliktedir:

“17. yüzyıl matematiğin çağıydı, 18. yüzyıl doğa bilimlerinin, 19. yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. Bizimkisi, yani 20. yüzyıl ise korkunun çağıdır.”

Böyle bir korku çağında doğmuş bir edebi türden söz ediyoruz. Kısaca, yirminci yüzyılda dünyanın günahı katlanarak çoğaldı. İnsanoğlunun yakıp yok etme yetisi her geçen gün arttı. Bunu her nefeste duyumsuyoruz. İki tane büyük savaş, toplu katliamlar, nükleer silah yapımı-kullanımı aydınlık bir gelecek düşlemeyi imkânsız hale getirdi. Yukarıda isimlerini zikrettiğim eserler de böyle bir ortamda kaleme alındı. Endüstrideki, teknolojik alandaki ilerleme insana geleceği vadederken ülkeler arasında -uzayı bile kapsayan- çıkar çatışması yaşanılması kaçınılmazdı. Yirminci yüzyıla damga vuran ve milyonlarca kişinin canına mal olan iki dünya savaşını, iç savaşları, terörü, Hitler yönetiminin hem dünyayı hem de insanları bilinmeyen bir karanlığa sürüklediği bir dönemi yaşarken yazarların tekrar bir ütopya düşlemesi mümkün olabilir miydi?

Distopyaların Ruhu

Zamyatin’e Sovyetler, Orwell’a savaşlar, Hitler, Sovyetler ilham oldu. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ütopik başlasa da aynı ilham kaynakları onun için de geçerliydi. Burada yer vermediğim diğer isimler yine benzer bir bakışa sahip olsalar da, savaş dönemini yaşayıp görmüş yazarları ayrı bir yerde tutmalıyız. Çünkü klasik diye tabir edilen distopya eserleri bu dönemin ürünüdür. Özellikle totaliter rejimlerin saçması muhtemel karanlığına dair bir sinyal çakan bu kitapların yayımlanma tarihleri bir tesadüf değildir.

Dünyanın en imrenilesi okuru Alberto Manguel’in Okumalar Okuması isimli denemesinde dediği gibi, “Her yazınsal tür kendi tarih öncesini yaratır.” Anlamı şudur: Poe polisiye türünün önünü açtıktan sonra bu türün ilk örneklerinin binlerce yıl öncesine kadar uzandığı fark edildi. Thomas More Ütopya’yı yazdıktan sonra Platon’un Devlet’i de bir ütopya olarak değerlendirildi. Aynı durum distopyalar için de geçerlidir. Zamyatin’in Biz’i distopya türünü yazın alanına dâhil ettikten sonra görüldü ki aslında öncesinde bazı yazarlar benzer anlamda eserler vermişler. Efendi Uyanıyor, Demir Ökçe gibi. İnsanın etrafını saran karanlık her dönemde benzerdir. Korku çağında baskı rejimleri, sansür, sürekli değişen tarih yaratımı, teknolojinin kontrol aracı olmadaki rolü, bireyin hem fikri hem de fiziki özgürlüğüne-iradesine vurulan zincirler konu açısından odak noktası haline geldi. Böylece yazın dünyasında yeni bir ruh yaratıldı. Sürekli söylendiği üzere, aslında hepsi birer uyarıydı. Bu yazarlar tüm o fırtınanın içinde doğup geliştikleri için distopya kelimesi onlarla anlam kazandı. Buna yaşadığımız dönemin yapacaklarımız üzerindeki etkisi diyebiliriz.

Çağımızın en karanlık distopyası şüphesiz ki 1984’tür, yazarı George Orwell olduğuna göre, onun bu konudaki düşüncelerine bakmakta fayda var. Orwell Neden Yazıyorum isimli denemesinde çarpıcı bir tespitle der ki: “Yazarın meselesi yaşadığı çağ tarafından belirlenecektir.” Biz buna bir de coğrafyayı ekleyelim.

George Orwell’ı anlamaya çalışırken önümüze yirminci yüzyılın felaketleri yansır, birkaç soru üzerinde odaklanırız. 1984’ü ortaya çıkaran motivasyon neydi, yazar neler yaşayıp gördü de böyle bir eser kaleme aldı? Eser, edebi bir metne kurmaca sıfatı kazandıran saf bir hayal gücünün haricinde hangi etkenlerle donatılmıştı? Dolayısıyla distopyalar sadece kurmaca metin midir, yoksa gerçek savlar mı ileri sürer? Tüm bu soruların cevabı için yazara kulak verelim. Orwell aynı denemesinde politik bir amacı edebi bir estetikle buluşturmanın kendisi için gerekli olduğunu, bu kaynaşmanın dışında yazdıklarını ruhsuz bulduğunu söyler. Toplum yararını gözetir. 1984’ün çıkış noktası işte böyle bir edebi anlayışa dayanır. Arkasında ise yazarın çocukluk-gençlik ve olgunluk yıllarının geçtiği dönemin tüm ipuçlarını verir. 1. Dünya Savaşı, Rus Devrimi, İspanya iç savaşı, 2. Dünya Savaşı, Hitler. Ve hatta çocukluk dönemindeki Titanic faciası. İşte 1984 ve Hayvan Çiftliği için gerekli malzeme.

Ceza Sistemi Tasarımı için Karanlık Kurgular

distopya

Suç ve ceza ayrılmaz bir ikilidir. İnsan hayatını düzene sokmak ve idari yönetimin kesintisiz işlemesini sağlayabilmek için bazı kanunlar yapılmıştır. Bu kanunlar toplumsal bir sözleşme niteliği taşır ve onlara uymak zorunludur. Ceza kanunları da bunlardan biridir. Suç unsuru oluştuğunda zanlılar yargılanır ve işledikleri suça göre bazı yaptırımlara tabi olurlar. Yaptırım bazen para cezası, bazen hapis, bazen de idamdır. Bildiğimiz dünyada durum böyle. Öncesinde hapis ve idam haricinde sürgün, kölelik ve işkence de uygulanmıştı. Günümüzde hâlâ uygulanmadığını kim söyleyebilir? Tüm bu ceza sistemleri ülkeden ülkeye, dinden dine, kültürden kültüre değişiklik göstermektedir. Bazılarında sistem iyi işler bazılarında kötü. Bu durum kendine özgü iktidar farklılığından kaynaklanır.

William Golding’in Sineklerin Tanrısı’nı hatırlayalım. İkinci Dünya Savaşı ertesinde, bir adada mahsur kalmış bir grup çocuk, hayata tutunma mücadelesinin yanında zamanla küçük bir iktidar oluşturur. Karşı tarafta olanlar sadece bu yüzden hedeftedir ve cezaları yok edilmektir. Cesur Yeni Dünya’da suçluların bir kısmı sürgüne gönderilir, bu daha tanıdık bir yöntem. Otomatik Portakal’ın Alex’i çetesiyle insanlara işkence etmekten zevk alırken, cezasını çekmek için girdiği hapishanede bir koşullanma deneyinin kurbanı haline gelir. Dışarı çıktığında artık başka biri olmuştur.

Dünya tarihine şöyle bir göz atınca neyin ceza gerektirip gerektirmediği veya ne kadar ceza gerektirip gerektirmediğinin genelde dönemsel bir konu olduğunu görüyoruz. Sokrates’in gençlerin aklını karıştırdığı iddiasıyla yargılandığı mahkemede ölüme mahkûm edilmesi, Ütopya’nın yazarı Thomas More’un kiliseyi kraliyete karşı savunması yüzünden idam edilmesi, Galileo’nun Güneş merkezli bir sistemi savunduğu için engizisyon tarafından ölümüne dek ev hapsinde tutulması cezanın tarihsel döneme dair değişimi için örnektir. En etkili ceza ise, kişinin sorumlu olduğu davranışlarından dolayı vicdanını saran sıkıntıdır.

hayvanlar çiftliği

Orwell’ın “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir” sözü Hayvan Çiftliği’ndeki ahlaki amacı yansıtır ve burada da bir cezai unsur göze çarpar.1984’ün asıl kişisi Winston Smith’in benliğini emen, onu en büyük korkusuyla yüzleştiren 101 Numaralı Oda ise cezayı cehenneme çevirir.

Klasik diye nitelediğimiz distopya romanları için teknolojik bakış açısından ziyade genel atmosfer önemliydi (Belki Cesur Yeni Dünya ve Otomatik Piyano’ya farklı bir parantez açabiliriz). Bu eserler toplum tasarımında teknoloji, suç, ceza, kaos, yönetim veya siyasi-ekonomik değişkenlerin birini hedefe koymuyor, konu etrafında hepsini bütünlüyordu. Bir distopya okurken şu soruyu sormak gerektiğini düşünüyorum: Eserde yazarın zulüm kaynağı nedir?

Son yıllarda yazılan benzer türdeki kurgular daha özel bir bakış açısı sunuyor. Geçmiş birkaç yılda kaleme aldığım iki incelemede dile getirmiştim. Sözünü ettiğim özel alan hikâyedeki suçluların cezalandırılma yöntemleriyle ilgili. Bu konuyu pek gündeme gelmemiş iki roman üzerinden açmaya çalışacağım.

Uyandığında, Hillary Jordan

uyandığında

Uyandığında, Türkiye’de birkaç yıl önce kürtaj tartışmalarının alevlendiği bir dönemde YKY tarafından yayımlandı. Yazarı Hillary Jordan nişan almadan bir atış yapmış ve Türkiye için hedefi on ikiden vurmuştu. Kürtaj meselesi roman için kilit bir nokta. Tartışmanın dışında kalacak olsak da bu yazının amacı bizi şu soruya yönlendiriyor: Kürtaj yaptıran bir kadını bekleyen muhtemel ceza ne olabilir? Ürkütücü bir soru olduğunun farkındayım. Ancak distopyalar renkli ve sıcak bir dünyadan uzaktırlar.

Romanın ana karakteri Hannah Elizabeth Payne yasak aşk sonucu hamile kalır. Ancak yaşadığı ülke olan Amerika Birleşik Devletlerinde din eksenli, totaliter bir yönetim iş başındadır. Evlilik dışı bu hamileliği ne dindar ailesine ne de topluma açıklamasına imkân vardır. Hem kendini hem de sevdiği adamı korumak için çareyi kürtajda bulur ve olaylar gelişir. Uyandığında’nın geçtiği dünyada suçlular cezalarını bilindik yöntemlerle çekmezler, ki bizi ilgilendiren de bu. Az önce sorduğum soruya bu özelliğinden dolayı roman içinde bir yanıt alabiliyoruz. Eserin kendine has dünyasında kürtaj bir cinayet olarak değerlendiriliyor, cezası ise kırmızı olmak. Genetik bir müdahaleyle yıllar sürecek bir kırmızı yaşam. Dışarıda insanlar derinizin kızıllığından sizin bir katil olduğunuzu anlayacaklar. On altı yıllık kırmızılığa bürünmeden önce otuz günlük bir hapis cezası da cabası. Bu tecrit dönemi olabildiğince aşağılayıcı, özellikle bir kadın için. Hannah bu süreçte onu kendi yapan benliğinden yavaş yavaş koparıldığını, kadın kimliğinin yok edildiğini hisseder ama yapabileceği bir şey yoktur. Hapiste dış dünyada yıllarca üzerinde taşıyacağı kırmızı kimliğine alışma evresini tamamlar. Dışarı adım attığında, onu bekleyen cehennemi tahmin etmesine rağmen yaşadıkları beklemediği kadar kötüdür.

Hannah’ın cezası sadece derisinin kırmızı olması değil, dışarıda kırmızı yaşamaktır. Kırmızının yanı sıra bir kadın olduğu için onu bekleyen cehennem daha aşındırıcıdır. Rejim, kişilik namına yoksunlaştırmak için ruhsal bakımdan ezebildiği kadar ezmektedir. Ne ailesi ne de tanımadığı diğer insanlar tarafından kabul görmesi mümkündür, onun için en büyük ceza da budur. Eserde biyoteknoloji ve genetik mühendisliğinin ileri sevide yer aldığını görürüz. Bu bilim kolunun sağladığı tartışmalı ilerleme ve getirisi olan teknoloji bir ceza uygulamasını destekler.

Hayvanlılar Şehri, Lauren Beukes

hayvanlılar şehri

Uyandığında’da olduğu gibi kişiler işlediği suça istinaden bir şeylerle yaşamak zorundadır. Yani onları mimliyen, toplum içinde işaretleyen, damgalayan bir şeylerle. Bu seferki ceza bir genetik müdahale değil, suçluların daima yanlarında taşımak zorunda oldukları bir hayvandır. Baş karakterimiz Zinzi December’ın bir tembel hayvanı vardır. Hayvanlılar yani suçlular, tasviri karanlık yapılan bir şehir olan Johannesburg’un hayvansızlardan farklı bir kısmında, köhne, kokuşmuş, suç oranı yüksek, tekinsiz, şiddet dolu yerlerinde hayat sürmek zorundadırlar. Zinzi renkli ve eğlenceli bir karakter olsa da aslında bir cinayet işlediği için hayvanlıdır.

Romanın bizi ilgilendiren tarafı hayvanlıların neye maruz kaldıkları. Bir hayvanlı kötü alışkanlıklarından birine meylettiğinde hayvanı tarafından dürtülmektedir. Bu dürtmeler suç riskini ortadan kaldırmaya yöneliktir. Suçlular ve hayvanları arasında psişik bir güç vardır, hayvanlar sahiplerine özel bir yetenek bahşederler, Zinzi’ninki kayıp eşyaları bulmakla ilgilidir. Romanın dikkat çeken ve özgün bulduğum diğer bir katmanı ise dibeçeken kavramı. Suçlular ve hayvanları arasındaki psişik gücü kuvvetlendiren bir bağdır bu. Hayvanlarının başına bir şey geldiğinde suçluları karanlığa mahkûm eden bir irade de denebilir.

Hayvanlılar Şehri en iyi bilimkurgu dalında, Güney Afrikalı yazar Lauren Beukes’e 2011’de Arthur C. Clarke Ödülü kazandırdı. Ona şehir fantazyası diyenler de var, bense ayrıca bir distopya olarak değerlendiriyorum. Bir eserin nerede konumlandırıldığına yaratıcısından çok onu okuyan veya izleyenler karar verir. Çünkü edebi türler arasında sınırlar çoğunlukla kırılgandır. Margaret Atwood yazdıklarını bilimkurgu olarak görmez ama başkaları öyle yorumlar. Damızlık Kızın Öyküsü için feminist distopya denmesine şaşırır. Niyetinin sadece, bir kadına ses ve iç yaşam vermek olduğunu söyler.

Lauren Beukes
Lauren Beukes

Hayvanlılar Şehri’nde hayvanlarla sahipleri arasındaki psişik gücü veya dibeçekeni bilimsel bir bakış açısıyla açıklamak pek mümkün değil, bu özelliğiyle Uyandığında’dan farklı olarak fantastik bir nitelik de taşıyor. Ancak roman, karanlık atmosferiyle suç psikolojisi üzerine bir değerlendirme imkânı sağlıyor. Kafka’nın korkuyu kavramsallaştırdığı Dava’da, neden suçlandığı belli olmayan Josep K.’nın tüm hayatı değişir, yargılanma süreci zaman geçtikçe ona doğal bir durummuş gibi görünmeye başlar. Hâlbuki Joseph K. sıradan bir kişidir. Belirsiz suç ve olası ceza onda yepyeni bir korku katmanı yaratır. Bu iki distopyada ise suça karışmış kişiler kendileriyle ilgili yeni bir benlik içine girerler. Onlar günahlarının farkındadır ve muhtemeldir ki suçluluk duygusu içinde suç işlemeye devam ederler.

Teknolojinin öngörülemez ilerleyişi kafalarımızda varsayımsal risk faktörleri oluşmasına neden oluyor. Bunu bilimin uygulamada ulaştığı yeteneğin iyileştirici veya yıkıcı boyutu olarak görmek mümkün. Toplumda gizli tehlikeler için hazırda bekleyen, karşı konulamaz bir korku eğilimi vardır ve distopya romanları bu varsayımları kullanmak için ideal ortamlardır. Ütopyalar yokyerlerini bir adada bulurken distopyalar yaşadığımız dünyayı çevreler. Camus’nün ifadesiyle korku çağındayız. Korku kültürü distopyalar tarafından son dönemde cezai uygulamalar tasviriyle ortaya koyuluyor. Arka plan ve tema ne olursa olsun insanların iradesi yok edilmeye çalışıyor. Tıpkı Winston Smith, Hannah Payne, Zinzi December, Alex ve diğerlerine olduğu gibi, hepsi farklı bir şeye dönüşüyor.

Hazırlayan: Serdar Yıldız

Yazar: Serdar Yıldız

İllet (roman), Karanlık Gökkuşağı (öykü), Yüksek Doz Gelecek (beş yazar beş bilimkurgu kısa romanı), Silsile (Ödüllü Bilimkurgu Öyküleri), Arz Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Bilimkurgu Öykü Antolojisi).

İlginizi Çekebilir

civil war kapak

Civil War: Yaşanmış Bir Geleceğin Korkulu Rüyası

Bilimkurgunun oyun sahası gelecektir. Bütün alt türleriyle bilimkurgu, geleceği yalnızca teknoloji bağlamında düşünmez. Sosyal bilimler …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin