Dikkat, Yoğun Sürprizbozan –Spoiler- İçerir!
Çok satan yazar Dan Brown’ın son kitabı Başlangıç, Ekim ayında okurlarla buluştu. Orijinal ismi “Origin”in Türkçe karşılığına, romanın içeriği düşünüldüğünde aslında “Köken” kelimesi daha uygun düşmekte ama böyle tercih edilmemiş. Mekân olarak İspanya’da geçen kitapta Brown, insanlığın en kadim sorularının peşine düşmüş: Hayatın kökeni, nereden geldik, nereye gidiyoruz?
Bu soruya değişik şekillerde cevap veren, hayatın başlangıcını tanrısal, aşkın bir gücün fizik ötesi dokunuşuyla açıklayan envai çeşit dinsel görüş var. Bir de bu görüşlerin dışında bilimin öne sürdüğü evren ve hayat kuramları mevcut. Brown’un, Da Vinci Şifresi’nden itibaren bildiğimiz ve Başlangıç romanında da karşımıza çıkan başkarakteri, simgebilim profesörü Robert Langdon’a göre din ve bilim aynı sorulara aynı cevabı farklı ifadelerle veren iki ayrı yol. Başlangıç’ın bir diğer ana karakteri, Bill Gates ve Elon Musk ayarındaki zengin teknoloji gurusu Edmond Kirsch’e göreyse bütün dinler ve Tanrı inancı bir safsatadan ibaret. Romanda her şey Kirsch’in “dinleri ve Tanrı inancını tarihe gömeceğini iddia ettiği” bir bilimsel buluş üzerine kurulu. Kirsch bu buluşunu bütün dünyaya açıklamadan önce üç semavi dinin (İslamiyet, Yahudilik ve Hristiyanlık) önde gelen figürleriyle, tepkilerini ölçmek için paylaşıyor. Sonrasında, Dan Brown romanlarının aksiyon formatına uygun şekilde, önce Kirsch’in bu buluşunu paylaştığı din adamları (biri hariç olmak üzere) öldürülüyor ve tam buluşunu internetten canlı yayınla bir sunumda açıklayacağı sırada Kirsch’in kendisi esrarengiz bir cinayete kurban gidiyor. Cinayeti aydınlatmak ve Kirsch’in insanlıkla paylaşacağı o büyük keşfinin ne olduğunu bulmak, diğer romanlarda olduğu gibi Robert Langdon’a kalıyor.
Robert Langdon, kendini bir anda içinde bulduğu bu serüvende yalnız değil. Kirsch’in buluşunu açıklayacağı yer olan Guggenheim Müzesi’nin müdiresi ve aynı zamanda İspanya kraliyetinin varis prensinin nişanlısı Ambra Vidal de bu bulmacayı çözmekte ona eşlik ediyor. İkisine yardım eden üçüncü bir “varlık” daha var: Winston. Varlık demem boşuna değil, çünkü Winston bir insan değil, Edmond Kirsch’in geliştirdiği bir süper yapay zekâ. Winston, roman boyunca, Kirsch’in ona önceden verdiği “buluşunun en geniş kitlelere ulaşması” emrini uygulamak için çabalıyor. Fakat insan katıksız mantıkla düşünen bir yapay zekâdan neyi dilediğine çok ama çok dikkat etmeli. Çünkü bu yapay zekâ pekâlâ da, gösteri toplumunda bir canlı yayının ilgi görmesi için bazı sansasyonel olaylara ihtiyaç duyulduğuna karar vermiş olabilir!
Peki, Kirsch’in, dinsel inançların köküne kibrit suyu dökeceğini iddia ettiği bilimsel buluşu neydi? Uzun bir kovalamacalar silsilesinin ardından öğreniyoruz ki, Kirsch dünyada hayatın nasıl başladığının gizemini çözmüş. Romanda, televizyona çıkıp Kirsch’in buluşunun ne olabileceğine dair yorum yapan bilim insanları, en çok panspermia teorisi üzerinde duruyorlar. Yani, dünyada hayatın uzaydan gelen bir meteordaki mikroorganizmalar yoluyla başladığı görüşü. Okurken de, herhalde bütün dünyayı yerinden oynatacak bir buluşun böyle bir şey olabileceğine dair ufak yönlendirmeler mevcut. Fakat sonunda gerçek ortaya çıkıyor: Hayat kendi kendine, hiçbir ilahi müdahale olmadan, tamamen mevcut fizik yasaları çerçevesinde oluşmuş. Bunun kanıtı da meşhur Miller-Urey deneyinin süper bir kuantum bilgisayarı simülasyonunda tekrarlanması yoluyla elde ediliyor.
Bilmeyenler için Miller-Urey deneyini tekrarlayalım: 1958’de Miller ve Urey, dünya atmosferinin milyarlarca yıl önceki kimyasal halinin bir benzerini laboratuarda bir deney tüpünde oluşturarak buna “ilksel çorba” adını vermişlerdi. Bu tüpe elektrik ve yüksek basınç uygulayarak protein yapıtaşları olan aminoasitlerin meydana gelişini gözlemlemek istediler. Deneyin amacı, en kaba tabirle hayatın laboratuarda inorganik moleküllerden organik moleküllerin oluşması yoluyla kendi kendine başlayabileceğini ispat etmekti. Sonuçta temel aminoasitlerin tamamı –gecikmeli de olsa- elde edilmişti. (1958’de Miller-Urey beş aminoasitin sentezlendiğini gözlemleyebilse de günümüzün daha gelişmiş alet edavatıyla 2011’de tekrarlanan deneyde 23 aminoasitin de oluştuğu görüldü. İlgili makaleyi şu adresten okuyabilirsiniz) Fakat sorun, bu bileşiklerin çabucak dağılmalarıydı. Yani hücrenin yapıtaşları olan RNA ve DNA oluşumuna imkân verecek ölçüde kararlı kalamıyorlardı.
İşte Dan Brown’ın Başlangıç adlı romanındaki kurgusal dâhi Edmond Kirsch, deneyi süper bilgisayarda oluşturduğu bir simülasyonda tekrarladığında ise, çarpıcı sonuçlara varıyor. Fiziksel dünyadaki laboratuvarlarımızda evrimi gözlemleyebilmek için milyonlarca yıla sahip değiliz, ama bilgisayarın işlemci gücü sayesinde bir simülasyonda saniyeler içinde binlerce yıl geçebilir. Romanda bahsi geçen simülasyonda, orijinal Miller-Urey deneyindeki kararlı bileşikler sorununu aşmak için de başka bir fiziksel ilkeden yararlanılmış: entropik yayılım. Romanda da açıklandığı üzere, termodinamiğin temel kanunu, evrende entropinin, yani düzensizliğin sürekli artma eğilimi içinde olduğunu söylemekte. Bu kanunu esas alan yaratılışçılar ise, evrendeki düzenli örgülerin (yıldızlar, canlılar vb.), kendi haline bırakılmış bir evrende oluşamayacağını, bu yüzden tanrısal bir iradenin gerektiğini iddia ederler. Fakat evrende enerji yayılırken, madde kendi kendini geçici “düzenli bölgeler” halinde örgütleyerek düzensizliği daha hızlı artırabilir.
Kısacası, evrendeki düzenli sistemler, toplamdaki düzensizliği artırmak için tam da bu entropik ilke gereği ortaya çıkar. Bu bilimsel teorinin tarihsel izleği 19. yy’da Avusturyalı fizikçi Ludwig Boltzman’ın canlı sistemlerin işleyişindeki tersinmez termodinamik süreçlere dair görüşlerine dek sürülebiliyor. 20. yy’da, başka bir meşhur Avusturyalı fizikçi olan Erwin Schrödinger, “Hayat Nedir?” adlı kitabında Boltzman’ın bu teorisinin önemine atıf yaparak, hayatın kökeninde ve evrimin işleyişinde temek fiziksel ve kimyasal kanunların olması gerektiğini söylüyor. 1977 yılındaki Nobel Kimya ödülünün, Dan Brown’ın romanında bahsi geçen bu entropik yayılım ilkesini ispatlayan Ilya Prigogine’e verildiğini de ekleyelim. (Kendisinin ödülü kabul konuşmasını şu adresten okuyabilirsiniz)
Kirsch, Miller-Urey deneyinin sanal simülasyonuna bu entropik ilke anahtar kuralını eklediğinde, adeta sihirli bir değnek değmişçesine ilk aminoasitlerden başlayarak hayatın yapı taşı hücreler ve hücrelerin bir araya gelmesiyle canlılar oluşmaya başlıyor. Milyarlarca yıllık süreye denk düşen simülasyon zamanı boyunca evrimleşen canlılar içinde sonunda insan ortaya çıkıyor. Fakat bu sadece madalyonun bir yüzü, yani insanlık olarak “Nereden geliyoruz?” sorusunun yanıtı. Bir de öbür yüz var: Nereye gidiyoruz?
Kirsch simülasyonu oynatmaya devam ettiğinde, korkunç bir gerçekle karşılaşıyor. 2050 gibi yakın bir gelecekte insan diye bir tür kalmıyor! Tıpkı bu gezegende milyonlarca yıl önce hüküm süren dinozorların zamanının dolması gibi, insanın da egemen tür olarak sayılı vakti mevcut. Zaten Kirsch’in romanın başında buluşunu açıkladığı din âlimleri meselenin en çok bu yönünden dehşete kapılıyorlar ve Kirsch’ten bu buluşunu “insanlık namına” dünyayla paylaşmamasını rica ediyorlar. (Ah, eski Engizisyon zamanları olsaydı bu iş öyle basitçe ricaya mı kalırdı!) Çünkü bu din âlimlerine göre, esas karmaşa hayatın kökeninin Tanrısal olmadığı bilgisinden daha çok, insan soyunun yakın bir gelecekte tükeneceği bilgisinden ötürü doğabilir. İnsan Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı romanındaki meşhur repliği hatırlamadan edemiyor: “Eğer Tanrı yoksa her şey mübah!”
Fakat Kirsch’in, bu din adamlarından sakladığı başka bir gerçek var ki sunumunun tamamını onlara izlettirmediği için bilmiyorlar. Simülasyona göre 2000 yılından itibaren yeni bir tür ortaya çıkıyor. 2015’e gelindiğinde dünyanın dörtte birini kaplıyor. 2050’ye gelindiğinde ise insan artık yok ve bu yeni tür gezegende egemen konuma geliyor. Peki, bu ne olabilir? Yoksa uzaydan gelen bir virüs mü? Böyle bir şaşırtmacadan sonra, gerçeği öğreniyoruz: Hayır, uzaydan gelen bir virüs değil; insanın kendi eliyle “yarattığı” ve dünyada Darwin’in uyum ilkelerine göre yayılan yeni bir canlılar âlemi: Tekniyum. Bu yeni âlemin, diğer altı canlılar âleminden çok önemli bir farkı var: Cansızlardan oluşuyor ve teknolojik her nesneyi kapsıyor. Sonra Kirsch, simülasyonunda grafiği büyüttüğünde, aslında insanların soyunun tükenmeyeceğini görüyoruz. Tekniyum ve insan birleşerek gezegendeki yeni hâkim türü ortaya çıkarıyor: İnsan 2.0. Yani makinelerle organik anlamda da bütünleşmiş, uzuvları bilgisayarlardan oluşan yeni insan. (İnsan biyolojisinin bilgisayar desteğiyle geliştirilmesi ve zihnin dijital transferi –tekillik- hakkında ayrıntılı bilgiye Ray Kurzweil’in İnsanlık 2.0 adlı kitabından erişebilirsiniz.)
Şimdi gelelim, başlıkta neden “Dan Brown Başlayamamış!” diyerek kitabı iğnelediğime. Yukarıda özetlemeye çalıştığım içeriğin kurgusunu muhteşem buldum. Serüven, sürükleyicilik zaten bir Dan Brown kitabının olmazsa olmazı. Fakat tüm bunlara rağmen, roman boyunca, Edmond Kirsch’in ağzından oldukça radikal biçimde dinsel dogmalarla alay eden ve bilimin üstünlüğünü dile getiren yazar, finale doğru sanki bu derece hızlanmaktan ürkmüş gibi sert bir biçimde frene basmış. Diğer karakter Robert Langdon’a, “Peki ya entropik ilke kuralını kim yarattı?” dedirterek romanda yaptığı ateist propagandanın tesirini dengelemeye çalışmış. Kısacası, Dan Brown roman boyunca tabuları kıra kıra ilerlettiği kurmacasında son sayfalarda alelacele “Aslında halen Tanrının var olduğunu söyleyebiliriz.” diyerek açık bir kapı bırakmış ama bunu özensizce yapmış.
Bu arada, romanın sonlarına doğru sürpriz şekilde İspanya kralıyla o yobaz papazın eşcinsel aşk yaşadığı ortaya saçılıyor. Yani çok satan bir kitap için gerekli formül finalde tamamlanmış: Gizem, din, cinayet ve seks! Gerçi Papaz, Prens’e babasıyla yıllardır yaşadığı gizli aşkı anlatırken “Sadece kalplerimiz sevdi birbirini, bedenlerimiz hiç değmedi birbirine” mealinde güvence veriyor ama tabii yersen! Son olarak, romanda geçen mekân ve binaların gerçek fotoğraflarını şu adresten görmenizi muhakkak öneriyorum.