eleştiri kapak

Bilimkurguda Eleştirinin İncileri

Eleştiri denen silahın ülkemizde ne denli kötüye kullanılabildiğini yaşamımın oldukça erken bir döneminde fark etmiştim… Oturup bu konu üzerine bir yazı yazdığımı bile hatırlıyorum. “Eleştirmenlik ciddiyet ve özen ister,” diye girmiştim lafa. “Başkalarının ürettikleri üzerinde üzerinde fikir yürütme iddiasındaki kişi, her şeyden önce iddiacılığının sorumluluğunu taşımak zorundadır.” O sıralarda durum gerçekten trajikomik düzeylere ulaşmıştı. Sözcük anlamıyla aslında hem pozitif, hem de negatif değerlendirmeleri kapsaması gereken ‘eleştiri’ kelimesi, -kimse hiçbir şeye pozitif biçimde yaklaşmaya zahmet etmediğinden olsa gerek- yavaş yavaş yalnızca ‘negatif eleştiri’ anlamına gelmeye başlamıştı. İnsanlar buldukları her fırsatta kalemlerine doladıkları her şeyi ‘eleştirmek’ adına ‘bozuşturmaya’, ‘boyamaya’, ‘sıvamaya’ koyulmuşlardı…

Peki o zamandan bu yana ne mi değişti? Durumun daha beter hale geldiğini rahatça söyleyebiliriz.

Özellikle sanat dalları olmak üzere birçok konuda utanılacak derecede üretim fakiri olan ülkemizde, birilerinin ortaya konmuş çeşitli ürünleri birbirine çatarak yerden yere vurmayı ciddi bir marifet gibi algılamasına kızayım mı, üzüleyim mi, güleyim mi bilemiyorum… Bu konuda inanılmaz örnekler hâlâ gırla gidiyor. Anlamayı başaramadığı inceliklere dil uzatanlar mı istersiniz, izlemediği filmlere kulaktan dolma özet yazıp sonuna bir de yorum iliştirmekte sakınca görmeyenler mi… Hatta sıkı durun, daha beteri var: Usta bilimkurgu yazarı Robert Heinlein‘a faşist yakıştırmasıyla sıkı sıkı giydirip, sonra adamın tek bir kitabını okumadığını itiraf edenine bile rastladım… “Öyleyse neye dayanarak eleştiri yaptın sen?” diye sorulduğunda, “Ama onun hakkında herkes öyle diyor,” diye yanıt vermişti…

hr-giger

İşte bir başka örnek: Daha sonra “Son Cephede Şafak”ı yazmama neden olan Alien serisinin ilk iki üyesi, benzer biçimde bir ‘bozuşturmanın’ parmağına dolanmıştı. Ridley Scott imzalı ‘Alien’ ve James Cameron imzalı ‘Aliens’ filmlerinin karşılaştırmasına girişen bu şahsiyet, ilkini göklere çıkarıp ikincisini yerin dibine vurarak ‘kumda oynayan çocuk’ misali eğlenmekle meşguldü. İddiasını şöyle özetleyebilirim: “Alien’ filmi bir başyapıttır, stilize bir gerilim ve gizem filmidir, ustaca yaratılmış bir görsellik harikasıdır, böyle bir filmi yöneten Scott’u ne kadar ‘kıskansak’ az… (evet, resmen ‘kıskansak’ demişti!..) Öte yandan ‘Aliens’ ise patlama ve makineli tüfek seslerine teslim olmuş, yalnızca ‘gebertelim şu pisliği’ demeye çalışan, bir shoot’em’up oyunundan farksız, acemice, basit, sıradan bir aksiyon filmi… falan… filan… dır. Mesajsız, felsefesiz, derinliksizdir, diyalog zenginliği yoktur….”

Ne özet ama… üstelik bitmedi de… Zira Scott ve Cameron da olaydan paylarını almışlardı. Scott bozuşturmanımızı zevkten dört köşe eden bir film yapmış olmanın ödülüne kavuşarak muhteşem biçimde prezente edilirken, Cameron inanılmaz nitelemelerle yerin dibine batırılmıştı, öyle ki adamcağız Türkçe anlayıp da o yazıyı okusaydı herhalde gözünün üstünde kaşı olduğuna pişman olurdu.

Son Cephede Şafak

Sonra ne mi oldu?

O güya mesajsız, felsefesiz, derinliksiz, diyalogsuz filmin atmosferi bana koskoca bir roman yazdırdı…

Zira bana sorarsanız, en basitinden ‘Aliens’ın kahramanı Ripley “Yaratıkların mı, yoksa bizim mi daha kötü olduğumuzdan emin değilim.. hiç değilse onlar üç-beş kuruşluk bir yüzde için birbirlerinin boğazını kesmiyor,” diyerek oldukça okkalı bir mesajı cuk oturtmaktaydı. Yine bana göre, Cameron’un anlatımındaki yormadan yükselten üslubu, Scott’un tempodan kaybettiğini gerilim duygusunu sömürerek yerine koyma çabası yanında çok daha tercih edilir bir frekansta seyrediyordu.

İşte, sanırım bu ve benzer örneklerdeki anahtar da bu: Ortada “ona göre”, “bana göre” gibi başlıklarla ayrılan kavramlar mevcut. Dostumuzun yaptığı aslında eleştiri filan değil, yalnızca “kendi zevkini savunmaktan” ibaret. (Bir ara bozuşturmanımızı bir elektronik haberleşme ortamında elime geçirdim ve bu noktayı kendisine açıklama fırsatı buldum. Sonuç onun ‘eleştirmenlik’ kariyeri açısından garson boy bir felaket oldu…)

eleştiri

Bu tür örneklerdeki en büyük sorun, insanların kendi beğenilerini belirtmekle yetinmeyip ‘kendi kamuoyunu oluşturmaya’ kalkışarak eleştirmen sıfatıyla ortaya çıkmaktaki ısrarları sonucu yaşanmakta. İkinci adımda karşılarına “espriyi anlamadığını” kabul etmenin zorluğu çıkabiliyor, zira düştükleri durum hiç mavi bilmemiş bir görme engellinin maviyi kötülemesinden farksız.. Ve ben böyle durumlarda bir zamanlar yazdığım o yazıdaki sözümü yineliyorum: “İddiacılık sorumluluk ister. İnsanın kendi sevdiği renkleri anlatmasıyla, göremediği renkleri kötülemesi arasında büyük fark vardır.”

Bu eğilimin temellerine inmeye çalıştığımda karşıma çıkan diğer bir neden, sanıyorum ki basitçe ‘kedinin uzanamadığı ciğere pis demesinden’ ibaret. Belki de insanımız üretebilmeyi özlüyor, ama ulaşabildiği menzilde yalnızca başkalarının ürettiklerini tüketmek var. Bu durumda hiç değilse tükettiklerinin arasında karşılaştırma yaparak enerjisini boşaltmayı deniyor, ama bu konudaki gücenikliği kendisini eleştirmenlikten uzaklaştırarak bozuşturmanlık konumuna düşürüyor. Arada olayın iyice cılkını çıkaranlar belirdiğinde ise elimizdeki yapmacıklı tabloyu tamamlamış oluyoruz.

Peki.. bu işin nasıl ‘yapılamadığını’ yeterince açık biçimde örnekledikten sonra, nasıl yapılması gerektiği sorusunun yanıtına gelelim mi?

Eleştiri sözcüğünün kelime anlamı, yalnızca negatifliğe indirgenmeye başlandığı o ilk zamanlardan beri, pozitif yönünü ve yaklaşımını neredeyse tamamen yitirerek “yerme” ifade eden biçimde algılanmaya başladı bile.. yani geçmiş olsun, görünüşe göre bu sözcüğün “iyi” yönünü çoktan kaybettik. Burada oluşan boşluğu artık dilimizde “değerlendirme”, “övme” gibi sözcüklerle karşılamak durumundayız.

Pekala, öyle olsun. Fark etmez. Gelelim işin biçimine.

eleştiri 2

Kural bir: Kendi üretmediğimiz şeyleri eleştiri başlığı altında yermeye hiçbir şekilde hakkımız yoktur. Bunu gözardı ederek yapılan eleştiriye en hafif terimiyle “hariçten edepsizce gazel okumak” denir. (Yurtdışında hariçten edepsizce gazel okumayı meslek haline getirmesine izin verilmiş insanlar vardır. Başta yola “fikrine değer verilen kişiler” olarak çıkmışlardır, ancak oluşturdukları kurum zaman içinde kaçınılmaz olarak yozlaşır. Özellikle sanat ürünlerinin akibeti sık sık böyle insanların iki dudağı arasında kalır. Bu durum, oralardaki sanatsal-ticari ilişkilerin ve tüketici tavrının dinamiğindeki etkileşimlerin ortaya çıkardığı bir tablodur. Yozlaşan kurum sonunda oldukça budalaca ve yapay bir “saygı yaratma mekanizmasının” parçası haline gelir; yeteneklerin karşısına son bir baraj sınavı misali çıkar ve genelde çoğunu harcar. Her yerde olduğu gibi orada da bu durum toplumların kendi tercihleridir; bu tercihlerinin sonuçlarına da katlanırlar.)

Kural iki: Öte yandan, kim üretmiş olursa olsun her şeyi beğenmeye, beğenmemeye ve hakkında “kişisel fikrimizi ve değerlendirmemizi” dile getirmeye daima hakkımız vardır. (İşte yukarıda örneklenen bozuşturmanların ofsayta düşmelerinin asıl nedeni budur. Ortaya koyduklarının şahsi değerlendirmeleri olduğunu ifade etmek yerine evrensel kurallarmış gibi sunma çiğliğine düşmeleri gerçek bir talihsizliktir.)

Kural üç: Eleştirmen sıfatını takınmaya gerçek anlamıyla niyetlenen kişi, değerlendirmek istediği konu hakkındaki bilgisinin tam olduğundan emin olmak zorundadır. Bir eleştirmenin kendisine bilgi eksikliğinden dolayı yanlış nitelemelere girişmek ve parmağına doladığı ürüne haksızlık etmek gibi lüksler tanıma şansı yoktur.

Kural dört: Bu kural ürettiklerini değerlendirmeye sunmak durumunda olanlara hitap eder: Bozuşturman takımının şevkinizi kırmasına asla izin vermeyin. (Ürettiğiniz herhangi birşeyi götürüp bir yakınınıza gösterdiğinizde aldığınız tepkiyi düşünün. Büyük olasılıkla ‘iyi olmuş’ denip geçiştiriliyorsunuz. Arada nadiren biri çıkıp ‘şurası şöyle olmuş, burası eksik/fazla olmuş, şunun yerine bunu dene, şu noktaya dikkat et…” türünden yol gösterici bir yoruma girişiyor. Her durumda, size sunulan değerlendirmenin kişisel fikir mi, yoksa eleştiri mi olduğunu ayırdederek yerine yerleştirin. Karşılaştığınız kişisel fikirler arasından hangilerinden “etkileneceğinize” kendiniz karar verin.)

Yaşamımız boyunca kendimizi eleştiri denen silahının her iki ucunda da bulabileceğimiz açıktır. Özellikle sanatsal üretime yönelenlerimiz için, rahatça kötüye kullanılabilen bu silaha karşı tavsiyem özetle şu olacaktır: Kabzası bir bozuşturmanın eline geçtiğinde en iyisi, namlunun önünde durmamak ve “edepsizi hedefsiz bırakmak”tır.

Bu silah sizin elinize geçtiğinizde ise, konu hakkındaki bilginizi samimiyetle tartar ve eleştiri yapacak konumda olup olmadığınıza karar verirsiniz. Bu durumda bozuşturmanlık tuzağına düşmemek için yapmanız gereken tek şey, silahı ait olduğu kılıfa bırakıp katılımınızı yalnızca kişisel fikrinizin ve beğeniniz çerçevesinde sunmayı tercih etmektir.

Kırılmayan bir şevkle üretim cephesinde buluşmak üzere…

Hazırlayan: Özlem Kurdoğlu

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

Villiers de l'Isle-Adam

Yazar, Şair ve Ressam: Villiers de l’Isle-Adam

Fransız sembolist yazar Auguste de Villiers de l’Isle-Adam (1838-1889), gizem, korku ve felsefi idealizmin derinliklerine …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin