roman kahramani

Batı Edebiyatında Roman Kahramanının Düşüşü

Roman kahramanının tarih içinde kendine özgü bir gelişimi vardır. Bu kahraman tipolojisi, yaşamına bir çılgın olarak başlamış ve sonunda başladığı nokta olan deliliğe dönmekten kendini kurtaramamıştır. Sanki hiç yol almamış; yüzlerce yazar onu işleyip geliştirmemiş gibi ilk çıktığı yerde, Don Kişot’un değirmeninde beklemektedir bizi. İlginç bir kaderdir bu… Gerçekten de modern batı romanı ve onun talihsiz kahramanı, Binbir Gece Masalları, Homeros, Yeni ve Eski Ahit öyküleri ile Sokrates’in Yargılanması gibi epik, felsefi, dinsel ve fantastik metinlerin karışımından oluşan gövdeye ilk kez Cervantes tarafından aşılanmıştır. Bütün bu ciddi yapıtların arasında çok da parlak görünmez ilkin. Ne de olsa Cervantes’in yel değirmeninden çıkan sarsak ihtiyar, delinin tekidir. Orta Çağ’ın şövalyelik ve kahramanlık romanslarıyla kafasını bozmuştur. Cılız atı ve şişko yaveriyle birlikte maceraya atılmaya hazırdır. Ama hep doğruluk adına savaştığına inanır. Hayali sevgilisi Dulsina’nın aşkı ve yoksulların adaleti uğrunadır bütün savaşı. Yani ona göre şövalyenin erdemli yaşamı kahramanlık, aşk, adalet ve cesaretten oluşmalıdır.

Don Kişot’a güleriz ama uğruna savaştığı şeylere saygımız vardır. Don Kişot bir palyaçodur, sahtekâr değil… Algıları çarpık olabilir; yine de gerçeğin özünü kavramıştır. Suratlarımızda yarım bir gülümseme, tuhaf bir trajedi duygusuyla izleriz onun maceralarını. Ne aklının başına gelmesini ne de yeğeninin onu şatodaki odasına hapsetmesini isteriz. İsteriz ki bu çiroz ihtiyar deliliğini besleyen romanslar okumayı sürdürsün ve aklıselimin taş duvarından kurtulup yine yollara düşsün. Kahramanın yürüyüşü başlamıştır böylece. Don Kişot’tan sonra binlerce roman, romanlar üzerine makaleler, kitaplar yazılır. Ciddi akademik ortamlarda, cebi delik bohemlerin devam ettiği kafelerde ve üniversite öğrencilerinin soğuk odalarında tartışılır roman. Batı sanatının ve kültürünün temel direklerinden biri haline gelir. İlk ortaya çıktığında ciddi bir sanatsal iddiası olmayan roman türü, yerini sağlamlaştırdıkça, roman kahramanları da palyaço olmaktan çıkıp, ciddi kişiler haline gelmeye başlarlar. Kahraman farklı farklı kılıklara girer yüzyıllar içinde, ama onun öyle bir özelliği vardır ki hiç değişmemiştir: O, daima ‘soylu’ bir kişidir.

Soylu Kişi Olarak Roman Kahramanı

Don Kişot her ne kadar cılız ve hırpani bir kişi de olsa o da bir soyludur, şatosu ve sahip olduğu topraktan birazcık geliri vardır.

Sonradan yazılan pek çok romanda kahramanlar ya soylu kişilerdir ya da soyluluğa özenip unvan elde etmeye çalışırlar. Balzac’ın kahramanları soylularla düşüp kalkmak isterler. Goethe’ninkiler de öyledir. Söz gelişi Genç Werther soylu kadın Lotte için acı çekip intihar eder. Bir başka klasik yapıt olan Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ında toplumda yükselmek isteyen bir genç olan Julien‘in gerçek düşüncelerini gizleyip toplumda ilerlemek adına kendine soylu bir kadın bulma çabasını anlatır. Julien, hem Mathilde ve onun doğuştan getirdiği soylu kanından gelen avantajları delicesine kıskanır, hem de kendini bu genç kızdan üstün görür. Kısaca Julien kan soylularından hem nefret etmekte, hem de onlara karşı mahvedici bir hayranlık duymaktadır. İşin tuhafı bütün bunlar Fransa’nın aristokrasiden kurtulmaya çalıştığı Restorasyon çağı denen o kanlı yüzyılda olup bitmektedir.

Roman kahramanının mavi kanla çekişmesi hiçbir zaman bitmeyecektir. Kâh ona özlem duyacak, kâh onu alt etmeye çalışacak, kimi zaman da ona kayıtsız kalacaktır. Yine de, kanı doğuştan mavi olmasa da, roman kahramanı daima soylu bir kişi olmak zorundadır.

Peki, ama Nedir Soyluluk?

Soyluluk, ilkin dış görünüşte, hal ve tavırlarda, konuşma ve giyim biçiminde belli eder kendini. Her şeyden önce büyülü bir kabuktur. Soylu kişilerin nitelikleri kısmen para ile satın alınabilse de, sonradan asla tam olarak elde edilemez. Kişinin görgüsü soylu bir çevrede büyümesine bağlıdır ve bu şekilde elde edilmiş niteliklerin taklit edilmesi oldukça güçtür. Ancak büyük oyuncular ve doğuştan yetenekli kişiler görgü ve nezaket kurallarının göze görünmez inceliklerini öğrenip taklit edebilirler. Yine de aristokrasi sonradan görmeleri renkli bir papağan kadar kolayca ayırt edebilmektedir. Bernard Shaw’ın Pygmalion’unda zorla kibarlaştırılan çingene kızı katıldığı ilk baloda sınıfını ortaya koyar. Soylu olanla bayağı olan yan yana geldiğinde, mavi kanın ezici üstünlüğü hemen ortaya çıkar. İyilikte ya da güzellikte değildir bu fark, doğuştan üstün olmanın getirdiği psikolojidedir. Soylu olmayan kişinin ağzından çıkan en kibar ifadeler bile küfreden bir soyluyla karşılaştırıldığında bayağı görünebilir. Soylu, durumun farkındadır ve doğuştan getirdiği üstünlüğünü hiçbir zaman kaybetmeyeceğini sanır.

Ta ki Proust’a kadar soylu kişi romanın mutlak kahramanı ya da kahraman doğuştan soylu değilse, onun mutlak ülküsü idi. Daha sonra Zola tarafından halktan kişiler sokulmuştur romana… Bu yüzden Zola, toplumcu gerçekçi romanın temelini atanlardan biri sayılır. Zola’nın natüralist romanlarına kahraman olarak sıradan insanları seçmesi, yukarıdaki tezimize aykırı değildir. Roman kahramanı, daha sonra da açıklayacağımız gibi, kan yönünden olmasa bile, daima soylu bir kişi olmak zorundadır.

Romanda soylunun yerine burjuvayı geçiren Proust olmuştur.

Proust’un tek romanı vardır. Bu romanın bütün konusu, soylu kabuğun parçalanışı üzerinedir. Proust’un züppe kahramanı Marcel, olağanüstü bir ilgiyle gözlemler aristokrasiyi. Onun her türlü adetini, tavrını, jestini, imasını, ellerinin her hareketini mikroskop altında inceler. Bir soylu hanımın falanca gün falanca giysiyi neden giydiği, ya da filanca hanımla konuşurken bir sözcüğü neden vurguladığı üzerine kafa yorar. Adeta çökmekte olan aristokrasiyi bir arkeolog merakıyla araştırmaktadır. Gerçi Proust romanına tema olarak “yitirilen zamanın ele geçirilmesi”ni seçmiş ve bu temayı da pek güzel biçimde işlemiştir. Ancak, bizler aslında onun neyi anlattığını çok iyi bilmekteyiz. Proust, soylu insanların ahlaksızlığını anlatmaktaydı. Eserinde aristokratların ahlaken düşkünlüğü sanki şaşılacak bir şeymiş gibi anlatılır. Gerçekte ise romanın tek konusu bu gibi kişilerin düşkünlüğünün ne derece hayranlık uyandırıcı ve ilham verici olduğunun belirlenmesidir.

İkinci olarak, Proust’un yedi ciltlik dev romanındaki kahramanların hemen hepsi aristokrattır ve aristokrasinin (yeni eklenen ahlaksızlık ve düşkünlük özelliği dışında) bütün özelliklerini taşımaktadırlar. Yine de romanın esas kahramanları onlar değildir. Aristokrasi Marcel’in güzünde bir vitrindir. Romanın gerçek öznesi (yani kahramanı) zengin bir Yahudi olan Swann’dır. Avrupa’da alttan alta Yahudi düşmanlığını yükselmektedir bu arada. Yine de bu kişilerin zenginlikleri artık aristokrat sınıfından ya daha üstün, ya da ona denktir.

Artık bu burjuva Yahudileri aristokrasi tarafından kabul edilmişlerdir. Örneğin ne iş yaptığı, parayı nasıl kazandığı pek de belli olmayan Swann, kendini bir sanat hayranı ve eleştirmeni olarak görür. Oysa bütün ince zevklerine ve duyarlığına, sanat konusunda aşırı bilgisine rağmen tembel ve hovarda bir hayat sürmekte, fakir sanatçılarla ve kibar orospularla gününü gün etmektedir. Eline kalem alıp da iki kelime yazmaz. Kendisinde gizil olarak bulunan yazarlık yeteneğini kullanmak için gereken eziklik yoktur onda. (Tıpkı Proust’un ömrünü zengin salonlarında çarçur etmesi gibi… Ölümle burun buruna gelmek, onu yazmaya teşvik etmeseydi, belki de o muhteşem roman asla yazılmayacaktı.)

Her neyse… Swann’ın ilginç tarafı ne zengin olması, ne kibarlığı, ne hovardalığı, ne de sanatsal yetenekleridir. Onu ilginç ve büyüleyici yapan, Swann’ın aristokrat salonlarında “kabul” görmesidir. Hatta kabul görmenin ötesinde, aristokrasi, Swann kendi salonlarını şereflendirsin diye elinden geleni yapar. Ama Swann, yüz vermez onlara… Vaktinin çoğunu dilber fahişe Odette ve onun burjuva çevresi arasında geçirmeyi tercih eder. Ve sonunda Odette ile evlenir.

Romanda birbiriyle rekabet eden iki “salon” vardır. Her iki salon da zamanın zirvedeki sosyetesini, kibarlarını ve sanatçılarını ağırlamaktadır. Guarmantesler ile Verdurinler hem birbirini görmezden gelen, hem de birbiriyle rekabet eden iki sınıfı temsil ederler. Biri burjuvaziyi öteki aristokrasiyi… Swann, Guarmantesler tarafından neredeyse yalvarılarak salonlarına çağrılırken, pek de hoş karşılanmadığı Verdurinlerin salonuna devam etmeyi tercih eder. Aristokrasi bundan daha iyi aşağılanabilir miydi?

Swann’ın Odette’e olan aşkını anlatan bölüm, kitabın en güzel bölümü olduğu gibi, aynı zamanda edebiyat tarihinin en muhteşem aşk öykülerinden biridir de. Buradaki öyküyü güzel yapan ne tipik fedakârlıklar, ne anlatımın güzelliği, ne kahramanların olağanüstülüğüdür. Bu imkânsız ve saçma aşkı muhteşem yapan şey, Swann’ın aristokrasiye sırtını dönerek, onların kıskanç bakışları önünde burjuva kökenli kibar bir İngiliz fahişesi olan Odette’e gönlünü kaptırması, onun düşkün çevresine aristokratlara eşit, üstün kişilermiş gibi muamele etmesidir. Swann gerçek bir şımarıktır. Şımarmış kişi iktidarı ele geçirmiş kişidir ve o güne kadar aristokrat sınıftan intikamını bu şekilde almaktadır, altın dururken pirinç çanakta yemek yemekten daha büyük şımarıklık ne olabilir ki… Kitapta Swann ve çevresi hakkında (yani Odette ve çevresi hakkında) durmaksızın dedikodu yapan aristokratlar gülünç hale getirilmişlerdir.

Kitabın ikinci kahramanı olan anlatıcı (yani Marcel) de sosyete tarafından kabul edilmektedir. Onu en yüksek çevreler kabul ederler, ama kim olduğunu tam olarak bilmezler. Bir çeşit salon mobilyası gibidir o. Kibar çevrelerin adetlerini ve alışkanlıklarını büyük bir ilgiyle benimsemektedir. Hiçbir salonda Swann gibi arzuyla aranmaz, ama yadırganmaz da.

Kitapta, çeşitli skandallarla düşkünlüğünü ortaya çıkan başka aristokratlar da vardır, ama onların sıra dışı yaşantısı zayıflıklarını ortaya koymaktan öteye gitmez.

Ve Kabuk Parçalandığında

Edebiyat kibarlık budalalığından öte, soylulukta erdem bulamaz mı?

Elbette bulabilir. Nitekim birçok yazar soyluların kibarlığından çok soylulara yakışır romantik duyguları yüceltmişlerdir.

Elbette, aristokrasinin o cicili bicili kabuğunun altında yatan şeyin yalnızca korkunç bir bencillik ve acımasızlık olduğunu pek çok yazar bilmekteydi. Genel olarak insan ruhu böyledir çünkü…

Bu yazarlara örnek olarak Goethe ve Dostoyevski’yi gösterebiliriz.

Dostoyevki, roman kahramanının gidişatını bize ilk kez Budala romanında gösterir. Bu romanda Prens Mişkin, soylu olmaktan ve güzel yazı yazmaktan başka hiçbir özelliği olmayan beceriksiz ve beş parasız biridir, üstelik de sara hastasıdır. Öyleyken, sosyete çevresine girecek kadar soyludur. Güzel kadınlar âşık olurlar ona. Ne tuhaftır ki Mişkin’e âşık olan iki kadından biri düşkün bir fahişe (Swann’ın Odette’ine benzer), diğeri ise soylu bir ailenin genç ve şımarık kızı Aglaya’dır. (Stendhal’in Mathildesi’ne benzer.) Mişkin’in çocuksuluğu, aptallığı, beceriksizliği sürekli vurgulanır kitapta. Hiçbir niteliği olmayan biridir o. Üstelik sara hastasıdır ve en olmadık yerlerde krize girer. Öksiz kalmış, malı mülkü olmayan bir soyludur o. Hiç yakın akrabası, koruyucusu ve hamisi kalmamıştır hayatta. Öyle ki çok uzak akrabası olan Yepançinler kendisine sahip çıkmasa, açlıktan ölecek durumdadır. Son olarak, Mişkin’in geçmişi ve kökeni yitiktir. Adeta Mişkin hepsini unutmuştur demek geliyor içimden, delilikten bir önceki aşama, hafıza kaybıdır çünkü. (Proust’un kayıp zamanı ele geçirme arzusunu düşünün.)

Aslında Nedir Soyluluk?

Soyluluk, roman kahramanlarının sahip olduğu bir özelliktir. Günlük hayatta gerçekten roman kahramanlarına yakışan davranış ve düşüncelere sahip insanlara rastlamak mümkün olsa da soylu insanlara pek sık rastlanmaz. Sorun şuradadır ki, yaşamla roman apayrı şeylerdir ve roman kahramanları gerçek kişiler değildir, olamazlar da…

Yalnız onlar gerçeğe teğet geçerek, ona yön verirler. Daha önce pek çok kez tartışılan (özellikle de postmodernizm bağlamında) “sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı?” sorusuna girmeden, roman kahramanının gelişimine dönmek istiyorum.

Roman kahramanları üstün diyebileceğimiz niteliklere sahip (inatçılık, yılmazlık, açıklık, hedef odaklı oluş, trajiklik, doğruluk, erdemlilik vs.) kişilerdir. Ancak ne yazık ki romanlarda sürekli acı çekmek zorundadırlar; yoksa bizim sempatimizi kazanamazlardı. Sempati kazanamayan bir roman kahramanı ölü doğmuş bir bebek gibidir.

Acı çekişlerinin nedeni imkânsız olanı başarmaya çalışmalarıdır. Ayrıca üstün erdem sahibi olmak da acıya neden olur. Söz gelişi âşık oldukları kadın ile kendi arkadaşları arasında kalırlarsa, hiç düşünmeden aradan çekilirler (Werther) ve hatta ikisinin kavuşmasına karşılık beklemeksizin yardım ederler (İki Şehrin Hikâyesi). Roman kahramanları zaman zaman kötülük yapabilirler (Raskolnikov) ama bunun cezasını en ağır biçimde, yani vicdan azabı çekerek öderler. Unutma yeteneğine sahip değildirler ve suçlarını sürekli anımsarlar. Hiçbir şeyi örtbas edemedikleri gibi, gerek kendileri, gerekse de yakınları ile ilgili tatsız gerçekleri su yüzüne çıkarmak için olağanüstü (ve aptalca) bir gayretleri vardır. (Hamlet).

Yoksulsa sınıf mücadelesi vermek zorundadır. Zenginse yaptığı haksızlıklar ve kötülükler yüzünden pişman olmalıdır. Gençse mutsuzdur ve intihara eğilimlidir. Sevdiklerini öz benliklerinden üstün tutmalı, her zaman dosdoğru olmalıdır.

Köylü ise ağayla savaşmalı, askerse kahramanlık yapmalı ya da şehit düşmelidir. Yalan söyleyemez, söylese de bunun bedelini öder. Bencillik edemez, çünkü bütün ruhu ve vicdanı okuyucunun gözü önündedir, çırılçıplaktır.

Binlerce yazarın ortak çabasıyla yaratılan ve hayatta tutulan bu trajik kahraman, kılıktan kılığa da girse, farklı coğrafyalar ve tarih dilimlerinde de yaşasa, onu bir bakışta tanırız. O, roman kahramanıdır!

Ama böylesi bir kişiliğin sürdürülemeyeceği de ortadadır.

Düşüşün Başlangıcı

Birçok dürüst yazar bu kişilik yapısının gerçekçi olmadığının ve sürdürülemeyeceğinin farkındaydı. Zaten, klasik yazarlar da yazılabilecek hemen hemen her şeyi yazmışlardı. Peki, o halde roman kahramanı ne yapmalıydı? Kendi kendini imha mı etmeli, yoksa yeni yollar mı keşfetmeliydi?

Yazarlar yaratıcı insanlardır ve roman kahramanının niteliğini, değişen çağ ve toplumun gereklerine uygun olarak yavaş yavaş ve çaktırmadan değiştirmişlerdir.

Ve Kahramana Vurulan İlk Darbe: Açlık

Kahramanın düşüşünün izlerini birçok yapıtta görebiliriz. Bu düşüş, birden bire olmamış, kademe kademe gerçekleşmiştir. Her ne kadar roman kahramanı değişse de temel nitelikleri aynı kalmaya devam etmiştir. Ne kadar karikatürize edilirse edilsin, her zaman trajik olabilmiştir.

Proust’ta ve Dostoyevki’de gördüğümüz gibi, kahraman yavaş yavaş sınıfıyla birlikte düşer ve yoksullaşır. Doğuştan getirdiği soyluluk avantajlarını birden bire yitirmez, başını hep dik tutmaya çalışır, ama bu sadece görünüşü kurtarmaya yeter.

Ahlaken de yozlaşmıştır. Artık onun anlatılacak pek de bir öyküsü kalmamıştır.

Thomas Hardy İngiliz taşrasının yok edilmesini ve yükselen burjuvanın görgüsüzlüğünü alegorize etmeyi dener. Kahramanını Çılgın Kalabalıktan Uzaklara götürür ki aslında roman kahramanının her zaman yapmaya çalıştığı bir şeydir bu. (Robinson vs.) Gerçi çılgın kalabalıktan fazla uzağa gidilemez yine de, en fazla şehre uzak bir taşra kasabasına kadar… Tess romanında ise aristokrat atalarıyla bütün bağları kopmuş, unvanını burjuvaziye satmış bir ailenin tecrübesiz (ama güçlü) kızı olarak karşımıza çıkar. Tess, ailesinin unvanını satın alan sonradan görme D’urbeyvilles’lerin oğlu tarafından iğfal edilecektir. Ancak, Tess yine de roman kahramanına vurulan son darbe olamamıştır. (Ancak Tess’in romanın sonunda hafiften çıldırması ilginçtir.)

Bence, (yani okuduğum kadarıyla) roman kahramanına asıl ölümcül darbeyi Açlık’ta Knut Hamson indirmiştir. Ondan sonra kahramanın bir daha iflah olamadığını düşünüyorum.

Bu romanda açlıkla mücadele eden bir yazar anlatılmaktadır. Bu yazar, tipik roman kahramanıdır yani soylu birisidir. (Kan yönünden değil, trajik yönden.) Başı dik ve gururludur. Emeğiyle ve yaratıcılığıyla yaşamak ister ve delicesine çalışır. Ancak, yaşadığı zalim Kristiana şehri onun bu hayallerinin gerçekleşmesine bir türlü izin vermez. Soylu duygularla kaleme aldığı ve kendi öz gerçekliğinden, açlıkla olan mücadelesinden kopuk makalelerine hiçbir dergi para ödememektedir.

O soylu kişidir ve midesi açlıktan kıvranır, saçları avuç avuç dökülürken hala yüksek edebiyatın lir tellerini tınlatmaya çalışmaktadır. Ancak, lir sesi midesinin gurultusunu bastıramaz. Gururu yüzünden dilenemez ve işe girip çalışamaz.

Ve en sonunda düştüğü durum içler acısıdır. Köpeklere atılan kemiklere el koyar ve kemirmeye çalışır.

İşte tam bu noktada aklı başına gelir ve şehri terk eder.

Roman kahramanının ilk darbeyi alması böyle olmuştur. Hala trajiktir ama aynı zamanda da bu trajikliği boş ve anlamsızdır, hiçbir amaca hizmet etmez. Ne takdir edilir, ne de ödüllendirilir.

Nihayetinde Knut Hamson’un kahramanı Amerika’ya giden bir gemiye biner.

Ve…

İşte bu noktada kahraman bir süreliğine roman sayfalarından çıkarak sinema perdesinde boy göstermeye başlar.

Görür görmez tanırız onu: Şarlo’dur o. Aç, sefil, yırtık pırtık ve pis kıyafetiyle sokaklarda paytak paytak dolaşmaktadır.

Kimdir Şarlo? Bence onu tanıyorsunuz. Roman kahramanıdır o. Yeni teknolojinin büyüsüne kapılarak göç ettiği Amerika’daki sinema perdelerinde özgürlüğünü yaşamaya çalışmaktadır.

Onca sefaletine ve özgün adının ima ettiği gibi, serseriliğine rağmen (the Tramp, serseri demektir), yine de soylu alışkanlıklarını devam ettirmeye çalışır. “Melon” şapka giyer, bastonsuz dolaşmaz, yırtık pırtık da olsa eldivenlidir daima…

Ve üstelik Kristiana’da başına onca belayı açan asil duygularını tam olarak da yitirmemiştir. Kendi açken, yoksul bir kadının cebine elindeki üç beş kuruş tıkıştırabilir. (Ama ne mütereddit bir şekilde yapar bunu!) Ya da (gönülsüzce de olsa) çöplükte bulduğu bir bebeği evlat edinebilir. (Yumurcak/The Kid)

Sinema perdesindeki başarısına rağmen, kahramanımız yine kâğıt ve mürekkep dünyasına geri döner bir süre sonra… Kafka’nın Josef K.’sıdır artık o. İsmi bile yalnızca bir kısaltmadan ibarettir.

Sizce Josef K. “Şato” da ne aramaktadır? Sadece toplumun birey üstündeki absürt gücünü mü hicvetmektedir “Dava”? Peki ya “Amerika” da ne işi vardır genç Karl Rossman’ın? Yoksa o da Hamson’un yazarı ve Şarlo gibi Amerikan sokaklarının leş kokan özgürlüğünü mü tatmaya gitmiştir? (Gerçekten de öyledir.)

Bence Josef K. Şato’da kendi asil geçmişini aramaktadır. Şato onundur. Beceriksizliği yüzünden yitirdiği Şato’nun bir zamanlar kendine ait olduğunu anımsayamaz bile…

Dava’da roman kahramanımızın anlamsız güçler tarafından ölüm fermanının imzalandığını görürüz. Dava’yı açanların, suçlamayı ortaya atanların kimliğini bir türlü ortaya çıkaramaz Josef K. Çünkü dava soyuttur ve mahkeme ulaşılamazdır. Peki, ama neden? Romanın son kısmında rahibin anlattığı bir kıssada da böyle söylenmektedir: “Adaletin kapısından giremezsin, öyleyken yalnızca senin içindi o kapı. Gideyim de kapatayım bari.” Bence, bu romanda anlatılan ne tanrının ulaşılamazlığı ne de Yahudilerin yakın zamanda başına gelecek olan felaketin (Aushwitz) öngörüsüdür. Romanın konusu kahramanın paranoyaklaşması ve giderek aklını yitirmeye başlaması, gülünç duruma düşmesidir. Ölüm kararını veren aslında yazardır. Joseph K.’nın mahkemeye ulaşması imkânsızdır, çünkü yüksek yargıç yazarın ta kendisidir.

Josef K.’nın kılığına bir bakın! “Melon” şapka, siyah giyim… (Dava romanında sadece birkaç kez renk sözcükleri geçer. Kızıl, sarı… Onun dışında roman siyah-beyazdır.) Josef K.’nın gereksiz erdem dolu tiradları, özgürlüğünü geri kazanmak için yaptığı saçma ve sonuçsuz çıkışlar… O, soylu kişidir, ama bunu ispatlayamamaktadır, üstelik suçu da soylu kişi olmaktır zaten. Soylu roman kahramanı olduğu için tiradlarıyla herkesi etkilemesi gerekirken, bütün çabaları fos çıkmaktadır. Çevresindekiler onun bu teatral tavırlarına sinir olmakta, K.’yı sürekli uyarmaktadırlar. Oysa K. inatçıdır ve kahraman gibi davranmaya devam eder. (Böyle davranmaması konusunda sık sık uyarıldığı halde…)

Samuel Becket ve Absürdün Delilik ve Nihai Hafıza Kaybına Dönüşmesi

Roman kahramanının macerasının son bölümünü Beckett yazmıştır, özellikle de “Godot’yu Beklerken” oyununda…

Oyunda ıssızlığın ortasında “melon şapkalı” iki soytarı görürüz. Ama her zamanki gibi trajik soytarılardır bunlar. Dünyaları Kafka’nın dünyası gibi absürd olmakla birlikte, aynı zamanda simgesel ve alegoriktir.

Seyircilere dönerek şöyle diyebilmektedir mesela: “İşte burası da bataklık!” Umutsuzluğun son kertesi, seyirciye bataklık olduğunun söylenmesi değilse nedir!

Gogo ve Didi’nin oyun adları, yani metinde geçen, ama sahnede pek kullanılmayan adları bile (Vladimir ve Estragon) onların soylu kahraman olduklarını bize hatırlatır. Ancak soyadları yoktur ve isimlerini anımsayamadıkları için birbirlerine palyaço/soytarı isimleriyle hitap ederler: Gogo ve Didi…

Ancak, bu soylu kişiler gerçek kimliklerini ve geçmişlerini bütünüyle unutmuşlardır. Oyunun ortalarında bir yerde Gogo sorar: “Biz gerçekte kimiz? Eskiden önemli kişiler olduğumuzu hatırlıyorum, ama… neyse boş ver!” Gogo, eskiden olsa intihar etmek için yüksek bir binaya girebileceklerini anımsamaktadır, bir zamanlar önemli kişiler oldukları sonucunu buradan çıkarır.

Bu kaybolmuş kişiler kendilerini ağaca astıklarında ölebilecek kadar bile ağır değillerdir. Adeta kukla gibi içleri boştur ve birileri ayaklarından çekmedikçe ölemezler.

Onlar aslında “yok”turlar.

Olmayan kişi bir türlü gelmeyen “Godot” değildir, Vladimir ile Estragon’dur olmayan kişi…

Beckett, bu oyununda roman kahramanını bütünüyle öldürmek, ortadan kaldırmak istemiştir.

Ve bence bunu başarmıştır da… Kendisine Nobel Edebiyat Ödülü verildiğinde gazetecilerle karşılaşmamak için İsviçre’nin tam tersi yöne giden bir uçağa binerek kaçmasını anlamalıyız.

Sonraki yıllarda toplumcu gerçekçi yazınla birlikte trajik kahramanı bir kez daha edebiyat sahnesinde görürüz. Peşinden adeta davul zurna ile ideolojilerin çöküşü ilan edilmiş, yıldız yazarlık sistemi getirilmiştir. Yazarın özgürlüğü elinden alınarak başarısı satış rakamlarına endekslenmiştir. Bu durumdaki bir yazar trajik bir kahraman yaratabilir mi? Yaratsa bile o kahramanı anlamlı bir çabanın içine sokabilir mi? Modern roman kahramanına sadece “protagonist” denmeye başlanması da bir çeşit ironi olmalıdır.

Elbette sokamaz. Tarihsel fanteziler ve pornografik aşk sabuklamaları yazmaktan öteye gidemeyecektir.

Antik Yunan yazın ve kültüründe “Hero” yani “kahraman” figürü, soylu, cesur, acımasız ve güçlü savaşçıyı anlatmak için kullanılırdı ve bu kahramanlar genelde tanrılarla ilişkili kişiler olurdu. Kahraman sözcüğü günümüze değin yaşamıştır. Batılılar, İncil’de tasvir edilen güçsüz İsa figürünün yerine güçlü ve savaşkan “hero”ları koymak istemişlerdir. Böylece tokat atıldığında öbür yanağını uzatmak yerine kılıcına sarılan yiğit savaşçı ruhunu halklarına aşılamak istiyorlardı. Nitekim zafer kazanan ve yükselen savaşçı toplumlar sömürgendir ve zenginlik peşinde koşarlar. Çünkü Batı, Hıristiyan ahlakını bırakmadan sömürgeci olamayacağını fark etmiştir. Sömürgeci güçlerin, sömürgen kahraman/hero’lara gereksinimi vardı. Çünkü bunlarınki bir tür ‘savaş’ ahlakıydı. İşte Antik Yunan sanatı ve kültürünün yeniden canlandırılması diye tanımlanan Rönesans’ın gerçek niteliği budur.

Birçok filozof böylesi kahramanları övmüş ve savunmuştur.

Ancak, İsa’nın ve Sokrates’in ruhu roman kahramanlarını hiçbir zaman terk etmemiştir.

Onlar soyludur. Erdemlidir. Trajiktir.

Onlar bizim acılarımızı dillendirir ve olmak istediğimiz adeta dinsel ideali temsil ederler.

Öte yandan, yine Antik Yunan yazınında “trajik” kahraman da vardır. Kaderiyle boğuşan, umutsuz Oedipus… Haksızlığa direnen gencecik Antigone… Kalbi intikam ateşiyle yanıp tutuşan acı sözlü Elektra…

Roman kahramanı trajiktir ve trajedisi herhangi bir şekilde, herhangi bir yerde ortaya çıkabilir. O, hepimizi temsil eder ve aslında hiç de gerçekçi olmayan, umutsuz bir tiptir.

Onu yaratan yazarlar yerden yere vurmak zorunda kalmışlardır onu ve nihayet de yok etmek, ortadan kaldırmak… Yazarın suikastidir bu. Yine de roman kahramanı hiçbir zaman yok olmayacaktır.

Nitekim Arhur Miller ve Tenesse Williams gibi yazarlarda zaman zaman ortaya çıkabilmektedir. Bazen de Frank Miller gibi çizgi romancıların eserlerinde…

Yine de onu en son gördüğümüz zaman çoktan aklını kaçırmıştı bile. İşte bu yüzden başladığı noktaya, yani Donkişot’un değirmenine geri dönmüştür.

Yazar: Sinan İpek

Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyar:TBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.

İlginizi Çekebilir

Yapay Zekâyı Stanislaw Lem ile Yeniden Düşünmek

Polonyalı bilimkurgu dehası Stanislaw Lem’i çoğunlukla felsefi bilimkurgu romanlarıyla tanırız. Oysa kendisinin tıp, gelecek bilim, …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et