Dünya dışı canlıları betimleyen sayısız bilimkurgu romanı ile karşılaştık. Onlar her ne kadar bu gezegenden olmasalar da, fizik yasalarına aşina olduğumuz bir evrenin canlılarıydı ve hayal gücümüzü kullanarak kendileri hakkında birtakım kurgulamalar yapabiliyorduk. Peki ya bambaşka bir evrenin bambaşka canlılarını kurgulamak istersek? İşte bu noktada hayal gücü bile çaresiz kalacaktır. Çünkü karşı karşıya olduğumuz şey hakkında en ufak bir fikrimiz dahi yoktur. Ancak bilimkurgu edebiyatının usta kalemi Isaac Asimov, pek fazla yazarın girişmeye cesaret edemediği bu konuda da bir şeyler üretebileceğine ikna olarak işe koyulur.
Yazarın 1972 yılında kaleme aldığı “The Gods Themselves” öylesine ses getirir ki, aynı yıl “En İyi Roman” dalında Nebula ve 1973’de de yine aynı dalda Hugo Ödülü’ne layık görülür. Esasen kitap, ortak paydaya sahip üç ayrı hikâyeden oluşur ve her hikâye, kendi içerisinde nihai sona doğru ilerleyen uyumlu bir akışa sahiptir. Biyografisinden öğrendiğimiz kadarıyla, Asimov bu kitabını “favori“ romanı olarak anmakta ve tanımlamaktadır. Öte yandan eseri yazma fikrine kapılış hikâyesi de bir hayli ilginçtir. İlk fikir kıvılcımı, Robert Silberberg ile 1971 yılında yaptığı bir sohbette ortaya çıkar. Bu konuşma sırasında Silverberg, “Plutonyum-186” adlı bir izotoptan bahsedince, Asimov kendinden emin bir şekilde böyle bir izotopun olmadığını ve olamayacağını belirtir. İstifini bile bozmayan Silverberg ise Asimov’a, “Ee, ne olmuş yani?” diye çıkışır. Fakat bu sohbet Asimov’u, “Böyle bir izotopun gerçekten var olabilmesi için ne tür koşullara ihtiyaç duyulurdu?” diye düşünmeye iter. Kısa bir süre sonra Asimov gereken yanıtı bulur: “Böyle bir izotop, ancak ve ancak farklı fizik yasalarınca işletilen bir evrende var olabilir.” Her zaman olduğu gibi fikirlerini bir metne döker ve böylelikle de romanın temelleri atılmış olur.
Dünya ekolojik ve ekonomik bir dar boğazın pençesindeyken, insanlığın kaderini değiştiren olay 3 Ekim 2070 tarihinde ortaya çıkar. Henüz doktora tezinin mürekkebi bile kurumamış bir radyokimya uzmanı olan Frederick Hallam, masasında duran ve içerisinde Tungsten madeni bulunan şişenin kurcalandığını düşünerek öfkelenir. Mesai arkadaşları onun bu ithamlarına kayıtsız kalır, fakat Hallam ısrarcıdır ve hatta şişenin içerisindeki madenin biri tarafından değiştirildiğini iddia eder. Bu basit gibi görünen olayın ardından şişedeki maden analiz edilmek üzere gönderilir. Gelen sonuçlar şaşırtıcı olduğu kadar Frederick Hallam’ı Nobel Ödülü almaya götürecek kadar da devrimseldir. Çünkü bir gün önceye kadar Tungsten olan şişenin içinde, şimdi evrenimizde bulunmayan bir maden durmaktadır! Analizler tekrarlanır, ama sonuç kesindir! Kimse bu durumu izah edemez, ancak Hallam keşfi sahiplenir ve dünya çapında bir ün kazanır. Ortaya çıkan bu yeni madene de Plutonyum-186 adı verilir.
Sonradan anlaşılır ki, farklı fizik kurallarına sahip paralel bir evrende yaşayan uzaylılarla Dünya arasında bir madde değiş-tokuşu yaşanmıştır. Bu sıra dışı olay ise Evrenler Arası Elektron Tulumbası’nın keşfine zemin hazırlar. Frederick Hallam, “Elektron Tulumbasının Babası” olarak tarihe geçer. Elektron Tulumbası, evrenler arası enerji akışı sağlayan bir teknolojidir ve dünyaya hem ucuz hem de sınırsız enerji vaat etmektedir. Üstelik her şey yolunda gittiği sürece kimsenin bu teknolojiyi sorgulamaya niyeti de yoktur. Ancak genç fizikçi Peter Lamont, bilimsel kariyerini yok etme pahasına da olsa Frederick Hallam’ın ve babası olarak anıldığı Elektron Tulumbası’nın gerçek yüzünü tüm dünyaya göstermeye kararlıdır. Beklenildiği üzere, herkesçe “yaşayan en büyük dâhi” diye nitelendirilen Hallam gibi biriyle uğraşmak kendisi için hiç de kolay olmayacaktır. Kariyeri usulca silinecek ve hatta bilimsel camiadan her geçen gün biraz daha dışlanacaktır. Ama her şeyi göze almış olan Lamont için bunların artık bir önemi yoktur. Çünkü insanlık, kendisinden başka kimsenin haberdâr olmadığı bir tehditle karşı karşıyadır ve tehdidin boyutları düşünüldüğünde geriye kalan her şey anlamsızlaşmaktadır!
Dünya’da tüm bunlar olup biterken, romanın ikinci bölümüne yelken açan okuyucu önce neye uğradığını şaşırır ve sonrasında Asimov’un hayal gücüyle adeta mest olur. Zira Asimov, bu ikinci bölümde diğer evreni ve evrenlileri anlatmaya koyulur. Söz konusu evrende zaman bizimkine göre farklı akmakta, atomlar alışılmışın dışında davranmakta ve yaratıklar hayal gücümüzü zorlamaktadır. İlk dikkat çeken ise bu yaratıkların iki belirgin türden oluşmalarıdır: Yumuşaklar ve Sertler. İsimlerini formlarından alan bu türler, toplumsal yapı olarak da farklı katmanları temsil etmektedir. Sertler, bilgelikleri ve düzen sağlayıcılıklarıyla göze çarpar. Katı formdadır ve Yumuşaklar’dan farklı bir ortamda yaşamaktadır. Hafif, uçucu ve geçirgen formlardan ibaret olan Yumuşaklar ise toplumun çoğunluğu konumundadır. Bunun yanı sıra kendi içinde üç cinsiyete sahiptir: Sağ, Sol ve Orta cins…
Sağ cins, erkeksi ve gelişkin aile duygularına sahipken, Sol cins mantığa ve zihni çalışmalara olan hâkimiyetiyle öne çıkar. Orta cins ise bu iki farklı cinsi bir araya getirme görevini üslenen çocuksu, heyecanlı ve duygusal canlılardır. Bu üç cins, Sertler’in yönlendirme ve ayarlamalarıyla aile olmak üzere birleşir. Cinslerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri cinsel ilişkiye “erime” adı verilir. Cinsler arası uyum ne kadar yüksek olursa, alınan haz ve üreme kabiliyeti de o denli artar. Dolayısıyla aile oluşturmak üzere seçilen bireylerin birbiriyle uyumu son derece önemlidir. Paralel evrendeki kahramanlarımız olan Odeen, Dua ve Tritt de aile oluşturmak üzere bir araya getirilmiş üç farklı karakter olarak göze çarpar. Henüz kendileri bile farkında olmasa da, üçü de çok özel yaratıklardır ve birleşmelerinden ortaya çıkacak sonuç da çok özel olacaktır… Tam bu noktada şu ilginç bilgiyi de paylaşmak gerek: Paralel evrendeki kahramanlarımızın isimleri, Rusça’daki bir (odin), iki (dva), üç (tri) isimlerinden türetilmiştir.
Üçüncü ve son bölümde ise kendimizi bir Ay kolonisinde buluruz. Ay üzerinde kurulan toplumun zaman içerisinde Dünya’dan nasıl farklılaşıp kopma noktasına geldiğini okurken, Asimov’un ikna kabiliyetine olan saygımız da bir kat daha artar. Zira Asimov, Ay kolonisindeki gündelik yaşamı, beslenme alışkanlıklarını ve hatta sportif faaliyetleri bile ayrıntılarıyla aktararak ortaya özenli bir iş çıkarmayı başarır. Her şeyden önemlisi ise Ay hem Elektron Tulumbası konusundaki kuşkuların netleşmesinde ve hem de insanlığın kurtuluşunda stratejik bir öneme sahip olacaktır. Paralel evrenler arasında oynanan bu satranç oyununda sona doğru yaklaşılırken, artık yapılan her hamle insanlığın var olmakla yok olmak arasındaki yazgısını da belirleyecektir.
Sonuç olarak Asimov, bu güzel eseriyle bir yandan okurunu evrenler arasında hayal gücü yüksek bir gezintiye çıkarırken, bir yandan da zamanla yapılan bir yarışın içine sürüklemeyi başarır. Geriye ise bu eşsiz deneyimi yaşamak kalır.
okuyalım hemen kitabı.