the island

Klonların Özgürlük Mücadelesi: The Island

Yaratı ve oluş… Bu iki kavram hayatımızın merkezinde bulunan ve sabırla sorgulanmayı bekleyen soruların başında gelmektedir. Olası bir yaratı durumunda meydana gelecek bir “gerçeklik” bizim için neyi ifade edecektir? Oluş kavramıyla bedenlerimizi veya beynimizde akıp giden elektriksel kıvılcımları irdeleyebilmemiz mümkün mü?

Ada, yüksek bütçesi ve göz dolduran oyunculuklarıyla (Scarlett Johansson, Sean Bean, Michael Clarke Duncan, Djimon Hounsou ve Ewan McGregor) dikkat çekici bir film. George Orwell’ın 1984’ünde ya da Aldous Huxley‘in Cesur Yeni Dünya’sında işlendiği gibi belirsiz bir gelecek algısını kontrollü bir sistemle işlemeyi denemiş diyebiliriz. Bunun dışında hâkim Hristiyan ideolojisinden esintiler bulmanın da mümkün olduğunu varsaydığımız, izleyenleri pişman etmeyecek, aksiyonla harmanlanmış bir bilimkurgu yapımı. Ayrıca The Matrix, Blade Runner  ve Logan’s Run  gibi filmlerden de eser miktarda sahneler barındırmakta.

Alex Kurtzman ve Caspian Tradwell-Owen’un senaryosunu yazdığı filmde sahnelenen olay örgüsü, kabul görmüş emsallerinde de olduğu gibi bireylerin gerçeklik algısı üzerine yapılan baskıyla oluşturulmuş sahte hayatları konu almaktadır. Her şey Lincoln Six Eco (Ewan McGregor)‘nun gördüğü rüyalarla ilgili soru sormasıyla başlıyor. Bu rüyaların klonlandığı bedenin deneyimlerine paralel bir akışa sahip olması onun zekâsının kısa sürede katlanarak artmasına neden oluyor. Sonrasında kahramanımızı, Jordan Two Delta (Scarlett Johansson) ile birlikte tüm klonları kurtarmayı hedeflerken izliyoruz.

Yedikleri yiyeceklerden giyindikleri beyaz kıyafetlere kadar bir dizi durumu takıntılı bir şekilde irdeleyen Lincoln Six Eco, tüm bunların kimin arzusu ve zevki üzerinden şekillendirildiğini bilmek istiyor. Günlük yaşantımızda da benzer soruların, dile getirilmesi için bizi beklediğini belirtmekte fayda var. Filmde 21.yy’da ilerleyen genetik bilimin sayesinde, zengin insanlar için adeta yedek parça fabrikalarındaki işleyişe benzer bir yöntemle insan, organ ve hatta bebek üretildiğini görüyoruz. Hastalıklı zengin müşteriler için özel olarak üretilen klon insanlara, oluşturulan bu yapay dünyada çeşitli görevler de verilmiş durumda. Elbette bu görevlerin amacı onları “ada” hayaline bağlı tutabilmek.

Benzer eserlerden yola çıkarak şu sorulara dikkat çekmek istiyorum: Hemen şimdi, var olduğumuzu nasıl kanıtlayabiliriz? Var olduğumuzu düşündüren yahut hissettiren tüm etkileri ortadan kaldırdığımızda zayıf ve hastalıklı bir bedenle ütopik ya da distopik bir dünyanın zavallı insanları olmadığımızı nasıl anlayabiliriz? Ya da tanrı yaratısının gölgesi altında olduğumuzu kabul ettiğimizde olağanüstü bir distopyanın içerisinde yaşarken, filmde konu edilen klonlardan ne farkımız kalır?

“Tanrı seni duymayan kimsedir.”

Kim ve ne olacağımıza bambaşka “şeyler” karar veriyorken kendimizi Ada filminde yaşayan ve sırasını bekleyen klonlar gibi hissetmemiz olasılıklar dâhilinde görünüyor. Üzülerek söylüyorum ki bizi kurtarabilecek bir Scarlett Johansson beklemek de varlığımızın anlam kazanmasına yardımcı olamayacak.

Bu filmden yola çıkarak benzer eserlerin kafa karışıklığına yol açması, günümüz bilim insanlarının ve felsefe okurlarının en büyük sorunu olduğunu söylemek gerekiyor. Genetik mühendisliğinin tanrıyı oynayacağı günler geldiğinde; filmde sergilenen aksiyon sahnelerinin gerçekleşmesi uzak bir ihtimal olmaktan çıkacağa benziyor. Film, içine serpiştirilmiş ürün reklamlarına, hissedilen genetik araştırmalar karşıtlığına ve tarihsel öngörülerindeki hatalarına rağmen bilimkurgu sevenlerinin pişman olmadan izleyebileceği bir olgunluğa sahip.

Öyle görünüyor ki; insanlık, hüküm sürme üzerine olan mücadelesinden vazgeçmeyecek. Uzun ve sağlıklı bir ömre sahip olma isteği tüm zamanların en büyük amacı olmuşken insanların tanrıyı oynamaktan geri duracağını beklemek büyük bir hata olur. Bütün kurgusal metinlerde işlenen temel konu irade ve bireyin farkındalığı üzerine olmaya devam ederken Ada’yı başarılı aksiyon sahnelerinin altına gizlenmiş irade sahibi varlık ve yaratabilen insan edimi üzerinden izlemek ve değerlendirmek gerekir. Unutmayın ayaklarımızın altındaki bu sağlam zemin er ya da geç tozla dumana karışacak.

Michael Bay tarafından ustaca yönetilen The Island’ı izlemenizi tavsiye ederek, iyi seyirler diliyorum.

Yazar: Varlık Ergen

sabaha karşı başlamış bir doğumun eseriyim_ cennet bahçelerinden düşenlerdenim bir de- parçalanmış benliklerimin gölgesinde bir bireymiş gibi yaşıyorum_ tuzlu suyun yakınlarında olmak şanslı kılıyor beni- #ModelEvren #Sinestezi #KaraDua varlikergen.com -yazar-okur-seslendirir-

İlginizi Çekebilir

Hayallerinden Asla Vazgeçme: Robots

Genç bir insan için dünya keşfedilmeye değer güzellik ve mucizelerle bezeli bir sergi alanı gibidir. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et