The Truman Show

Gerçekliği Sorgulamak: The Truman Show

Peter Weir‘in 1998 tarihli The Truman Show filmi, giderek bir gösteri toplumuna dönüşen çağımızın hoşnutsuzluklarını gözler önüne seren bir film. Senaryosunu Andrew Niccol’ün yazdığı The Truman Show, hemen hemen aynı yıllarda çekilen Dark City ve Matrix gibi insanın yaşadığı çevreyi sorguluyor ve kendisini, Shakespeare‘nin ifadesiyle, “Bir ceviz kabuğunun içinde yaşayıp evrenin hükümdarı” sanan insanın dramını ortaya koyuyor. Bu insan hayata konumlandığı yerden bakarak, -ve en doğru bakışın bu olduğunu düşünerek- kendisini “özne” sanıyor ama aslında kendisine çevrilmiş binlerce gözün bir “nesnesi”.

Dikizlendiğinin ve doğal zannettiği şeylerin kurgulandığından haberdar olmayan bu insanın kendi gerçekliğini fark edip yaşadığı bu “cennetimsi” adadan sıyrılabilmesi, tabii ki dinsel anlatıda olduğu gibi “kolay” olmayacaktır. Çünkü gösteri toplumunda o metadır ve milyonlarca insan sizi dikizlemek isterken kaçmak nafile bir çabadır. Herkes kahramanı izleyip bu dramın nasıl devam edeceğini öğrenmek istemektedir. Bu yüzden Truman için kurtuluş, bir tür modern ütopik bir anlam içeren, “gözlerden ırak olma” çabasıdır ve klasik kahramanın hikayesinden farklıdır.

Bakmak ya da Bakmamak

The Truman Show

Dark City ve Matrix’te kahramanın yolculuğu esasında tüm topluma kurtuluş getiren, onları yaşadıkları sahte mutluluktan kurtaran ve tüm sistemin “yeniden” kurulup, işletilen reformlarla toplumsal yapının bekasını sağlayan bir sonuca bağlanır. Kahraman zaten bir şekilde diğerlerinden ayrışmış, farklı ve “seçilmiş” olduğunu ispatlamıştır ve amacı bu gerçeklikten habersiz insanları “gerçeğin çölüne” davet etmektir. Böylece devrimci görünen çaba uysallaştırılıp keskinlik ve aşırılıkları törpülenir. Bu filmlerde tasarımlanan sahne bugünden sonraki bir geleceği sergiler ve izleyici için bu zamansal “uzaklık” en azından rahatlatıcıdır. Çünkü bu sorun bugünün değil, yarının meselesidir ve aradaki sürede gözümüzü kapayıp bir süre daha mutlu mesut yaşantımıza devam edebiliriz.

The Truman Show yine “seçilmiş” bir insanı karşımıza çıkarır ama bu insan olgunluğa ulaşıp başkalarını kurtarmak için atılan cesur kahramandan çok uzaktır. O normal, yaşadığı sahte gerçekliğin çok da farkına varamayan bir kişidir, ta ki çevresindeki gelişen olaylardaki “mantıksızlıkları” fark etmeye başlayana dek. Ama bu uyanıştan sonra onun için esas sorun kendisinin kurtuluşudur ve asıl niyeti başkalarının bakışlarından kaçmaktır. Böylece Weir klasik kahraman hikâyesini tersine çevirir, kahramanı esas olarak toplumun kendisinden, onların “göz”lerinden kurtarmaya çalışır. Toplum kendi hayal ve isteklerini bir başkası üzerinden yaşamaya başlamıştır ve onların kurtuluşu önceliğini kaybetmiştir.

The Truman Show

Filmin başında bir kadın izleyici The Truman Show’un onun için anlamını şöyle ifade eder, “Benim için, özel hayatımla herkesin görebildiği hayatım arasında bir fark yok. Yaşamım… Benim yaşamım, zaten Truman Show.” Bu şov barda birasını yudumlayanlar, evde, üzerinde Truman’ın resminin basılı olduğu yastığa sarılıp, pür dikkat programı izleyen yaşlı kadınlar ya da küvetinin hemen yanı başına koyduğu TV’den programı canlı olarak izleyen kişiler için kendi gündelik can sıkıntılarından kurtulmanın yegane yoludur. Çünkü “Truman Show… Bir yaşam tarzı,”dır ve yönetmenin vurguladığı gibi gerçektir. Şov ve gerçeklik birbirine zıt gibi görünse ve zaten zıt olsa da bunun üzerinde o kadar da durmaya gerek yoktur. İzleyici için gerçeklik çevresi değil, televizyondaki görsel gerçekliktir; gösteri toplumunda görüntü iktidarın kendisidir ve onlar için “olmak ya da olmamak“ın anlamı “bakmak ya da bakmamak“tır. Bir şey bakılmaya değmiyorsa var olmayı da hak etmiyor demektir.

Kahraman başkalarının “nesnesi” olarak varlığını sürdürür. Eğer o, olur da kendini bunlardan kurtarmaya çalışırsa, herkes hem kahramanın kurtulmasını isteyecek, hem de istemeyecektir. Çünkü bu oyun biterse, “son gelmiş” olacaktır. Otuz yıldır soluksuz izlenen bu drama biterse toplum yeni bir “izlenecek şey” bulmak zorundadır ve ona alışması, salt ona “bakarak” verdiği “emek” bile bir çırpıda bitecektir. Truman isyan bayrağını çekip çevresinde olan bitenleri sorgulamaya başladığında bu şovun yönetmeni kadar izleyiciler de tedirginliğe kapılır. Görünüşte herkes Truman’ın “başarıya” ulaşmasını istemektedir ve o bin bir türlü zorlukların üstesinden geldikçe herkes tırnaklarını yemekte, kendi gündelik yaşamındaki görevlerini bile ihmal etmektedir; böylece izlenme oranları da rekor üstüne rekor kırmaktadır. Buna karşın bir otoparkta çalışan iki güvenlik görevlisinin şov bittiğinde gösterdiği tepki izleyici için şovun nasıl bir doyum aracı olduğunu gösterir. Çünkü bu izleyiciler bu şov biter bitmez ilk olarak “televizyon rehberi” arayışına girişir. İzlenecek bir başka şey bulunmalı, şov kaldığı yerden devam etmelidir. Tam bu aşamada izleyici ve kahraman arasında ironik bir zıtlık yaşanır. İzleyici kendi sıkıntılarından kurtulmak için The Truman Show’u izlerken, Truman da kendi sınırlarından kurtulmak bu şovdan kaçmaya çalışır. Truman’ın elde etmek istediği şey, izleyicilerin kaçmak istediği şeydir. Herkes sıkıntı içindedir ve gerçeklik karşısında hayaller yegane çözüm yolu gibi gözükür.

Kahramanın Yolculuğu

The Truman Show

Klasik anlatılarda “dışarısı”, ya da kahramanın olgunlaşma için çıkmak zorunda olduğu “yolculuk” sonunda verili sistemin olumlanmasıyla biter. İlk başta kahramanımız heyecan içinde bu alışık olmadığı, dahası içine “zorla atıldığı” dünyayı gözlemler, onu eski “sıkıcı” hayatıyla karşılaştırır; bu sırada pek çok zorlukların üstesinden gelerek “büyür“. Bu anlamıyla “dışarısı” insanın yaşadığı toplumdaki/çevredeki hoşnutsuzlukların bir dışavurumudur. Bu yenilik arayışı içinde devrimci bir unsur taşır ve eski yapının içine sığmayan toplumsal değişikliklerin gelişini haber verir. Truman da film boyunca içinde yaşadığı bu adadan kurtulmak isterken, başlarda olduğu gibi sık sık endişe içinde kalır. Beyaz turnikeden geçip birkaç adım attığında sağ tarafındaki batık sal dikkatini çeker. Bu sal gibi batıp yok olmanın derin korkusunu duyumsar. Eli ayağı tutmaz, çok geçmeden “Trumanya”ya geri dönecektir.

O bir yandan modern insanın en büyük hastalığını taşımaktadır; iç sıkıntısı, ama öte yandan yine aynı insanın en büyük korkusunu taşır; değişim. Truman yedi yaşından beri arkadaşı olan Marlon’a “Hiç bunaldığın olmaz mı?” diye sorar, “Şiddetli gezme arzusu.” Marlon ise “Gezilecek neresi var ki,” diye cevap verir. Truman özlemle “Fiji” dediğinde, Fiji onun için sadece lisedeki aşkının gittiği yeri ifade etmez, Fiji, içindeki yaşadığı dünyaya en uzak noktadır. Truman gidebildiği kadar uzağa gidip, bu iç sıkıntısından kurtulmak istemektedir ve sevdiği kadının gözleri, o hep dergilerdeki kadınların resimlerinden parçalayarak aldığı ve “aradığı” gözler, salt aşkı ifade ettiği için değil, Truman’a yaşadığı bu dünyanın ötesinde bir şeylerin hala var olduğunu hatırlattığı için değerlidir.

The Truman Show

Alternatifsizlik bir iktidarın hegemonyasını pekiştirmek için kullandığı en önemli araçlardan birisidir ve başka bir dünyanın hayali, hatta gölgesi bile onu korkutmaya yeterlidir. Truman bu alternatif için eyleme geçtiğinde çevresindeki tüm iktidar birden ete kemiğe bürünür ve onu “içerde” tutmak için sonu gelmez ayak oyunlarına başvurur. Ancak sınırlar zorlanmıştır. Artık yaşadığı çevre Truman’a yetersiz gelmektedir ve bu “daraldığı” yerden kaçıp kurtulmak için çabalar. Truman bu yönüyle kendisi alabildiğine nesneleşen, ya da herkesin yaptığını yapıp, giydiğini giyip, içtiğini içerek “farklı” olduğunu duyumsayan modern insanın trajedisini serimler. Herkes ona bu yenilik peşinde koşmanın zararlarından bahsedip durur.

Yenilik, yeni diyarlar, yeni ilişkiler sonunda ne getireceği bilinmeyen “tehlikeli” mecralardır ve modernist yenilik arayışı korkutucu olmanın yanında “zahmetli“dir ve “masraflı“dır. Truman’ın sahte eşi Meryl, Truman’daki bu arzuları bastırmak için birikimlerinin çarçur etmemeyi, bir çocuk sahibi olmayı, o her gün sürdüğü yaşamı bol reklam soslu sunup durur. Çünkü bu şov, milyonlarca insanın kendi gerçekliği karşısında sığındığı bu şov, reklamlarla ayakta durmaktadır ve dışarıya çıkmak kadar “içerde” kalmanın da bir bedeli vardır. Böylece kapitalizmin reklam endüstrisi yönetmenin ifade ettiği gibi onun “hücresi“nin büyümesine ve varlığını sürdürmesine hizmet eder.

Uygarlık ve İktidar

The Truman Show

Truman yerleşik hayata geçen insanın dramını da sunar bize. Bu evsiz yurtsuz ama her gün yeni bir şey görmenin heyecanını yaşayan o “barbar“, artık hepten “yerleşmiş” uygar insana çok uzaktır. Uygar insan yerleşik hayatın hegemonyasında basit bir nesnedir. Dışarıda da yenilik adına bir şey yoktur, her şey keşfedileceği kadar keşfedilmiştir. Şovun yönetmeni Christof, Truman bu “adadan” kurtulup dışarı çıkmaya yakınken, Truman içinde yaşadığı bu dünyanın ne kadar güzel olduğunu anlatır ve dışarıda “daha güzel” bir dünya bulamayacağını vurgular. Çıkacağı yolculuğun sonunda duyacağı tek şey sıla hasreti olacaktır. Christof bunları söylerken haklıdır. Truman dışarı çıktığında ne bulabilir? Bulacağı şey aslında kendi Trumanyası’nın bir büyük hali: Trumanya küçüktür, figüranlar sınırlıdır ve herkes belirli bir senaryoyla bir “döngü” içinde hareket eder. Buna karşın dünya bundan çok mu farklıdır? Gezip görülecek daha çok yer, çok daha geniş bir figüran listesi ve her şeyin doğal olduğu bir yer(mi?)dir dünya. Burada pek çok insan yoğun bir hareketlilik içindedir ama onları asıl yönlendiren “yenilik arayışı” değil, eski haliyle “yaşayamayışı“dır.

Truman en azından kendi yaşamını sorgular, dışarıdakiler bu erdemden de uzaktır. Çünkü hepsi kendi yaşamlarını ele almaktan çok uzak kişilerdir ve işi gücü bırakıp Truman’ı seyre dalmışlardır. Onlar önlerindeki minik kutuya pür dikkat kesilir, o kutunun dışındaki yaşama bakamaz. Truman kurtulmak için didindiğinde el çırpmaları kendi umutsuzluklarını telafi etme çabasından başka şey değildir. Truman zaten herkes olduğu için, Truman’ın Fiji’ye doğru bir yolculuğa çıkması, en az kendileri çıkmış kadar onları sevindirecek ama televizyondan gözlerini uzaklaştırıp kendi yaşamlarıyla baş başa kaldıklarında bir başka “heyecan verici” hikaye bulmak için didineceklerdir; yeter ki bu hikaye gerçek olsun. Hatta kendi hayatlarından bile “daha gerçek“!

The Truman Show

İnsanların ellerinde bir senaryonun olmaması, onların “rol” yapmadığı anlamına gelmez. Sosyal psikoloji insanın toplumsal yaşamdaki konumlarını rol diye isimlendirir çünkü tüm toplumsal yaşam kültürün ağlarıyla örülüdür ve nerde ne yapacağımız, daha doğrusu ne yaparsak bunun “kabul edilebilir” olduğu biz daha doğmadan önce belirlenmiştir. Uygarlık da insanların birbirleriyle kurduğu kabul edilebilir davranışlar listesiyle oluşturulur ve “norm”dan her sapma “anormal” yaftasıyla damgalanır. Truman da zaten otuz yaşına kadar “normal” bir insandır. Ne zaman ki yaşadığı gerçekliği sorgular, çevresindeki herkes bunların bir saplantı olduğunu, gökyüzünden düşen spot ışığın, radyo frekansının karışmasının, asansördeki kamera ekibinin gerçek olmadığını salıklar, karşı iddiaları duyunca bu tür davranışların “kabul edilemez” olduğunu özellikle vurgular, Truman’a deli muamelesi yaparlar. Polisler “nükleer felaketin kıyısından” kurtardıkları Truman’ı eve getirdiklerinde uyarmayı da ihmal etmezler, bir daha ki sefere “kayda geçirelecek“tir her şey.

Siz anormal olursanız yollar kapanır, en yakın arkadaşınız bile size “sakin olmayı” salıklar. Bunlara devam ederseniz, kınanır, dışlanır, cezalandırılırsınız. Uygarlığın gayet sistematik-hiyerarşik bir ağı vardır ve normdan her sapmayı “tedavi etmeye” yarayan kullanışlı yöntemleri mevcuttur. Bunlar da işe yaramazsa tımarhaneler ve hapishaneler gereken görevi görür. Truman’ın en azından için sıyrılıp çıkacağı bir çerçevesi bulunur ve o gözlerini kapatıp bu sınıra dokunmuştur. Peki, toplumsal yaşamın alabildiğine mistifiye edildiği bir yerde, normal bir insanın, hele hele onun Fiji’ye gidecek kadar parası da yoksa, çevresindeki sınırlar alabildiğine belirsizse, kendisine binlerce yıldır sunulmuş kültürel senaryodaki rolünü oynamak dışında ne çaresi vardır? Elimizde yazılı bir senaryonun olmaması, ezberimizin çok kuvvetli olduğunu gösterir, fazlasını değil.

The Truman Show

Weir’in kahramanı klasik kahraman olmadığı gibi toplumu da kurtarılması gereken toplum değil -çünkü bu idealist iyimserlik çoktan sona ermiştir- tersine kurtulmanın gerektiği bir yapıdır. İlkel toplum Thomas Hobbes’e göre “herkesin herkese karşı savaştığı” bir toplumdu. Weir’in bize sunduğu toplumsal yapı ise, iktidarın ve çevrenin de bireye karşı savaştığı bir yer olarak tasvir edilir. Ona göre toplum gösterilerle ilgilenmektedir ve gösteri bittiğinde aklına en yaratıcı fikir olarak televizyon rehberine bakmak gelmektedir; oralarda bir yerlerde bir başka gösterinin devam ettiğine emindir bu insan.. Onlar bir kez “bakmaya” alışmıştır ve bakmayınca kendilerini rahatsız hissederler. Kahramanın “sıkıntısı” toplumun “alışkanlar“ına ters düşer ve kahramanın kurtuluşu ile toplumun kurtuluşu eskiden olduğu gibi “uyumlu” değil, zıttır.

Weir’in hikayesi “mutlu son“la bitmiş görünürse de mutlu biten bir şey yoktur. Weir hiç değilse bireyin cesaretini kutsar ve bunun toplumsal yozlaşma karşısında parça parça ve göreceli bir başarı olduğunun bilincindedir. Ona göre bir kişinin en büyük kahramanlığı en azından kendini kurtarmasıyla sağlanır. İnsan her ne olursa, kendisine sunulan “cennet” ne kadar güzel olursa olsun bir süre sonra iç sıkıntısına düşmekte, bir kadının, Sylvia’nın, ona uzattığı bilgelikle karmaşanın hakim olduğu o kasvetli dünyaya adımını atmaktadır. Biz biliriz ki Truman bu “daha büyük” dünyaya gittiğinde eskisinden daha yoğun ve anlaşılmaz bir dünya bulacaktır. Gösteri toplumu onun sağabileceği kadar sütünü sağacaktır ve Fiji’ye gitmek onlardan kurtulması için yeterli değildir.  Buna karşın, o gene de kendi sınırlarını zorlayan modernist bir figürdür. Çünkü Truman herkesin bir başkasına bakıp kendini unuttuğu bir dünyada, kendine bakma cesaretini gösterir. Kendini bilmek, kendi sınırlarının farkına varmak, ayaklarına dolanan zincirleri hissetmek özgürlüğe atılan ilk adımdır ve bu adım en azından bireysel olarak atılmıştır. Toplum hala uykuda, o güzel “Amerikan Rüyası”nı görmeye devam etmektedir. O halde onlara söylenecek en güzel söz şudur. “Olur ya belki sizi göremem, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.”

(Bu yazı Boğaziçi MAFM’ın çıkardığı Sinefil Dergisinin 2013/2 sayısında da yayımlanmıştır)

Yazar: Mikail Boz

Ömrünün yarısını ne yapacağını, kalan yarısını da ne yaptığını düşünerek geçirmek istemeyen bir yersiz yurtsuz... Bilimkurguyu da bu yüzden seviyor...

İlginizi Çekebilir

simulant kapak

Karışık Kurgu, Bayat Anlatı: Simulant

Üretken ve ileri görüşlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick, Blade Runner‘a da ilham veren 1968 …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et