Bilimkurguda Çevreci Eleştiri

İnsanlık, yüzyıllar boyunca içinde yaşadığı çevreyi kendi amaçları doğrultusunda şekillendirmiş, sadece barınma için kullanmakla kalmamış, kar amacı güden tüm eylemlerine alet etmiştir. Endüstri devriminin hız kazanmasıyla insanlığın çevreye yapmış olduğu tahribat had safhaya ulaşmıştır. Tüketime dayalı sermayeci toplum düzeninin dünyaya egemen olmasıyla birlikte insan ile çevrenin bir bütünü oluşturmasından ziyade çevrenin insana ait olduğu görüşü yaygın olarak benimsenmiştir. Tüm bunlara bir tepki olarak 20. yüzyılın ortalarında ABD’de çevreci hareket ortaya çıkmış ve ilerleyen süreçte ivme kazanmıştır.

Çevreci hareket insanın doğa ile bir bütünün parçaları olduğunu benimseyen ve doğanın insana ait bir mülk olduğu anlayışını reddeden bir düşüncenin ürünüdür. Çevrenin insan yaşamının merkezinde olması gerektiğini ve çevre odaklı düşüncenin insanlığın geleceği açısından esas olduğunu savunan bir duruştur. 1950’lerde ABD’de ortaya çıkan çevreci hareket, edebiyat ve sinemada çevreci eleştiri olarak ortaya çıkmıştır. 21. Yüzyıldan itibaren yaygınlaşan çevreci eleştiri edebiyat ve sinemada kendini iyiden iyiye göstermeye başlamıştır.

post-apocalyptic

Bilimkurgu türü çevreci eleştiri ile her daim yakın ilişki içerisinde olmuştur. Bilhassa bilimkurgunun alt dalı olan ve kıyamet senaryolarını ele alan distopyaların, apokaliptik ve post-apokaliptik kurgularında çoğunlukla çevreci eleştiriye yer verilmiştir. Dünyanın sonunu konu edinen bu anlatılarda doğal felaketler sıkça işlenmiş olmakla birlikte, çevreye yapılan tahribatın insanlığın geleceği üzerindeki olası sonuçları irdelenmektedir. Edebiyatta 1826 yılında Mary Shelley’nin The Last Man isimli romanıyla tanınmaya başlanan kıyamet kurguları 188o’lerde Fransız yazar Jules Verne tarafından ilk kez doğal felaket kurgusuyla yayımlanmıştır.

20. Yüzyıl’a gelindiğinde Şanghay doğumlu İngiliz yazar J.G. Ballard 1960’ların başlarında yayınladığı üçleme roman serisiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu romanlarda sırasıyla kasırga, sel ve kuraklık temalı felaket senaryolarını kendine has bir üslup ve ilgi çekici bir kurgu ile ele almıştır. Çevreci eleştirinin edebiyattan sonra sinemaya uyarlanması da uzun sürmemiştir. Bilimkurgu sinemasının filizlendiği 1900’lerin en başından itibaren çevre konularına duyarlı yüzlerce film çıkmıştır. Çevreci eleştiriyi konu alan filmlerden bazılarını bu yazıda derlemek istedim:

Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi 1968 – 2017)

PLANET OF THE APES 1968

Bilimkurgu türünün şaheserlerinden biri olarak kabul edilen Maymunlar Cehennemi serisi Fransız yazar Pierre Boulle’un 1963’te yazdığı romandan uyarlanmıştır. İlk kez 1968 yılında beyaz perdeye uyarlanan eserde başrolde dönemin efsane oyuncularından Charlton Heston oynamıştır. Bundan sonra belirli aralıklarla yenisi çekilen film zamanla bir Hollywood klasiği haline gelmiştir. 2000’li yıllarda yeniden ele alınan projede başrolde Mark Wahlberg yer almış ve yönetmenliğini ise ünlü yönetmen Tim Burton üstlenmiştir. Maymunlar Cehennemi temelinde insanlığı ve insan merkezci anlayışı eleştiren bir eser olarak öne çıkmıştır. İnsanlığın maymunlarla yer değiştirdiği bu dâhiyane esere çevreci açıdan baktığımızda da muazzam eleştirilerin yer aldığını gözlemliyoruz. Öncelikle insanın yerini alan maymunların tüm Maymunlar Cehennemi filmlerinde gerek kendi içinde gerekse doğa içinde tam bir barış ve huzur içerisinde yaşadıklarını görebiliyoruz. Maymunların dünyaya egemen olduğu bu senaryoda doğal çevre bozulmamış ve olması gerektiği gibi bakir olarak tasvir edilmiştir. Dolayısıyla maymun türü insanın aksine doğaya fazlasıyla saygılı davranmıştır. Maymunlar doğayla adeta bütünleşmiş ve onun bir parçası haline gelmişlerdir. İnsanlık gibi onu sahiplenmeye ve akabinde sömürü yoluyla kendi çıkarları doğrultusunda kullanma yoluna asla gitmemişlerdir. Maymun türü teknolojik anlamda çok ileri olmasa da yaşamlarını doğanın içinde ve doğrudan doğadan sağlamaktadır. İnsanlar ise doğadan çok diğer kaynak ve enerji türlerine bağımlı olarak yaşamlarını sürdürmektedirler.

Serinin en yeni versiyonu olan 2017’de görücüye çıkan “Maymunlar Cehennemi: Savaş” filminde yukarıda bahsettiğim insan x maymun ikilemi oldukça bariz bir şekilde öne çıkmaktadır. İnsanların silah, teknoloji, araç gibi bağımlı oldukları nesne sayısı oldukça fazla iken bu durum maymunlarda asgari düzeydedir. Her ne açıdan bakarsak bakalım Maymunlar Gezegeni filmlerinde iki adet bakış açısı vardır: insan ve maymun türüne ait. Medeniyet kavramını ve insanlığa bakışımızı altüst eden bu efsanevi eser aslında insanın kıyametini tasvir etmektedir. İnsanlık için kıyametin başladığı yerde maymun türü için bir doğuş ve yükseliş söz konusudur. İnsanlığın binlerce yıllık medeniyet sonrasında bile bir araya gelemediği dünyaya karşın maymunlar ırk, renk, tür, dil gözetmeksizin her daim bir arada yaşamayı başarmışlardır. Maymunlar Cehennemi başta çevreci ve etik alanda olmak üzere, insanlığa yönelik çok ciddi eleştiriler yönelten bir bilimkurgu klasiği olarak daha uzun bir süre daha hafızalardan silinmeyecektir.

Mad Max (1979-1981-1985 / 2015)

mad max

Distopyaların vazgeçilmezi arasında gösterilen ve 1980’lerin kült yapımlarından olan Mad Max Serisi çevreci eleştiriye yönelik ince mesajlar veren başka bir filmdir. Sırasıyla 1979, 1981 ve 1985 yıllarında çekilen ve başrolde Mel Gibson’un yer aldığı Mad Max serisi Avustralya’nın çöllerinde çekilmiştir. Mad Max çevresel anlamda bütün kâbusların gerçek olduğu bir dünyayı canlandırmaktadır. Doğrudan çevreci mesajların verilmediği filmde, ekolojik endişelerin daha çok filmin alt metninde yer aldığını gözlemleyebilmekteyiz. Bitmiş bir dünya ile karşı karşıyız Mad Max’te. Çölleşmiş, kaynakları tükenmiş ve insanlığın sadece tek bir dürtüye indirildiği bir dünya: hayatta kalabilme. Çöküşten sonraki ortamı anlattığı için dünyanın bu hale tam olarak nasıl geldiği filmde açıkça belirtilmiyor. Açık kalan hikâyenin bu kısmı biraz da izleyicilerin hayal gücü ve muhakemesine bırakılıyor.

Max Rockatansky isimli eski bir polisin bu tükenmiş dünyada zalimlere karşı verdiği mücadeleye tanıklık ediyoruz. Özü itibariyle endüstriyel gelişimin doruk noktasına ulaşmasıyla birlikte insanlık tüketime dayalı yaşam tarzıyla sadece ürettiklerini tüketmekle kalmamış, çevreyi de tüketmiş ve bunun sonucunda yaşamın asgari koşullarda sağlandığı vahşi bir dünya ortaya çıkmıştır. Mad Max bizleri olabilecek en kötü senaryo ile tanıştırmıştır. 2015 yapımı Mad Max: Fury Road izleyiciler ve eleştirmenlerden geçer not almıştır. Başrolde Tom Hardy ve Charlize Theron’un oynadığı filmin çekimleri Avustralya yerine Namibya çölünde gerçekleştirilmiştir.

Waterworld (Su Dünyası – 1995)

waterworld

Başrolde Kevin Costner’ın yer aldığı su dünyası genel ve ekolojik anlamda hafızalarda yer edinmiş filmlerden biridir. Filmin kurgusuna göre kutupların erimesi sonucunda dünyanın tamamı suyun altında kalmıştır. Felaketten kurtulan insanlar “Atoll” adı verilen küçük adacıklarda yaşamlarını sürdürmeye başlamıştır. Kısıtlı kaynakların olduğu bu su dünyasında yaşama tutunmak için mücadele veren Mariner karakteri ıssız bir ortamda yapayalnız bir yaşam sürmektedir.

Farklı toplumların oluşum gösterdiği bu acımasız dünyada kötülerle amansız bir mücadeleye girişen Mariner kendini genç bir kadın ve küçük bir kızın yanında bulur. Onları koruma altına alan Mariner, Deacon’un haydutlarından kaçmaya başlar. Aslında tüm hayatta kalan insanlar ortak bir amacı taşımaktadır: yaşanılabilir kara parçası bulmak. Mad Max filminden izler taşıdığı söylenen Waterworld gişelerde umduğunu bulamamıştır. Sönük bir film olarak kalan Su Dünyası, oldukça orijinal bir kurgunun nasıl heba edilebileceğini tüm dünyaya itina ile göstermiştir.

The Day After Tomorrow (Yarından Sonra – 2004)

2004 yapımı “Yarından Sonra” filmi başrollerinde Dennis Quaid ve Jake Gyllenhaal gibi isimlerin yer aldığı iklim felaketini konu alan bir bilimkurgu yapıtıdır. Filmin temelinde bir dizi iklim felaketinin toplum üzerinde yaratmış olduğu sonuçlar irdelenmektedir. Buna göre küresel bir soğuma sürecinin sonucu olarak dünyanın bir bölümü yeni bir buz devriyle karşı karşıya kalır. İlk etapta klişeleşmiş gibi görünen ancak insanın hayal gücüne hitap eden ve genelde ilgiyle karşılanan bir felaket senaryosudur yarından sonra. Jack Hall isimli bir iklimbilimcinin tüm bu hengâmenin arasında vermiş olduğu hayatta kalma mücadelesine şahit oluyoruz.

Filmi incelediğimizde iki bölümden oluştuğunu gözlemliyoruz. Filmin birinci saatinde olayların meydana gelişi dramatik bir şekilde izleyicilere aktarılıyor. Bu süre boyunca izleyici heyecan dolu sahnelere maruz bırakılıyor. Filmin ikinci saatinde ise iklim terörü etkisini ve hızını kaybediyor ve film tamamıyla insanların hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor. Tam bu esnada senaryoda çeşitli sapmalar ve mantıksızlıklar meydana geliyor. Yarından sonra filmi bir takım gerçekçi ve isabetli klişeler üzerine kurulmuş bir senaryoya dayanıyor. Üçkâğıtçı politikacılar, dürüst bilim insanları, hayatta kalma uğruna yapılan fedakârlıklar, dramatik kurtarma sahneleri gibi olması gereken tüm klişeleri görebilmekteyiz. Özünde çevreci mesajlar içeren Yarından Sonra filmi ipin ucunu biraz kaçırıyor gibi görünüyor. Felaketler gereğinden fazla abartılmakla birlikte aşırı dramatik bir anlatımla geleneksel bir Hollywood aksiyon filmi kıvamında sunuluyor. Filmde milyonlarca insanın ölümüne seyirci kalırken bir avuç insanın hayatta kalma mücadelesini hayranlıkla izliyoruz. Genel anlamda kurgudan ve karakterlerden çok özel efektleriyle dikkat çeken bir film seviyesinde kaldığını söyleyebiliriz. Çevresel açıdan baktığımızda ise ince mesajlar ve imalar yerine olayların tamamen sansasyonel açıdan ele alındığını gözlemliyoruz.

Avatar (2009)

Avatar

James Cameron’un unutulmaz filmi Avatar da çok ciddi çevreci mesajlar içeren yapıtlardan biridir. Hayali Pandora gezegenine giden Amerikan askerleri gezegende Na’vi adı verilen yerli bir türle karşılaşır ve bu karşılaşma beraberinde çatışmayı getirir. İzleyici olarak Pandora’nın kendine has bir “fauna ve flora”sı olduğunu öğreniyoruz. Na’vi’ler ise kendi doğalarıyla uyum ve ahenk içinde yaşayan topluluklardır. Pandora’ya Amerikan askerlerinin gelmesiyle birlikte bu ahenk bozulmaya mahkum olacaktır. Amerikalılar Pandora’nın kaynaklarıyla birlikte tüm zenginliğini kısa sürede sahiplenecek ve uğruna amansız bir savaş verecektir. Özünde bir “alegoriyi” temsil eden Avatar filmi muazzam bir çevreci eleştiri bakış açısına sahiptir.

Filmde Na’vi’ler insanlığın tarihinde yaşamış tüm yerli halkaları temsil ederken Amerikalılar ise Yerliler ile karşı karşıya kalan Batılı sömürgecilerin bir tasvirini oluşturmaktadır. Filmin neredeyse her karesinde Pandora’nın doğasına yönelik referanslar mevcuttur çünkü Na’viler doğa ile iç içe yaşamaktadırlar ve doğaya sonsuz bir saygı duymaktadırlar. Bu bağlamda filmde ekolojik yerliler ile vahşi insanlar ikilemi oluşturulmuştur. Cameron’un çevreci mesajları filmin başından sonuna dek dev etmektedir. Na’viler doğanın yaşayan, canlı bir varlık olduğunu, iletişim kurdukları bir Ağaç ve gezegende yaşayan canlılar sayesinde gösterirler.

Elysium (Yeni Cennet – 2013)

Elysium

Başrolde Matt Damon’ın rol aldığı ve yönetmenliğini Neill Blomkamp‘ın üstlendiği Elysium filminin tam merkezinde çevreci eleştiri vardır. Geleceğin ABD’sinin Los Angeles kenti adeta yaşanılmaz bir çöl haline gelmiştir ve kuraklıkla birlikte insanlık da çaresizliğe teslim olmuştur. Toplumun üst tabakalar çareyi, Dünyanın yörüngesine fırlattıkları bir yerleşime taşınmada bulmuşlardır. Elysium adını verdikleri ve dünyadan bağımsız olarak kendi anayasası ile kanunlara sahip olan bu yerleşimde kendini soyutlayan zengin sınıfı süper lüks bir yaşam sürmektedir. Hastalığın ve fakirliğin kol gezdiği dünya ise bu küçücük yerleşimde yaşayan bir avuç sermayeci tarafından itina ile sömürülmektedir.

Max Da Costa adında bir fabrika işçisinin sisteme isyan etmesiyle birlikte taşlar yerinden oynayacaktır. Elysium’da dikkat çeken başka bir özellik ise bu küçük yerleşim biriminin yemyeşil ve ultra lüks alanlardan oluşmasıdır. Böylece çölleşmiş dünya imgesiyle tam tamına bir zıtlık yaratılmıştır. Dünyayı çölleştiren sermayeci toplum düzeni kendine dünyanın yörüngesinde yapay bir yerleşim alanı tahsis etmiştir. Bir taraftan dünyayı sömürmeye devam etmekte diğer taraftan da suni cennetlerinde hayatın tadını çıkarmaktadırlar. Elysium çevreci mesajları izleyicilerin gözünün içine sokan ve tüm insanlığı gidilen yanlış yol konusunda uyaran ince bir yapıt. Filmin başı ile sonu arasındaki fark, ince fikirlerle yola çıkarak yaratılan filmi ne yazık ki farklı yerlere doğru sürüklüyor.

Interstellar (Yıdızlararası – 2014)

Christopher Nolan’ın 2014 yılında yönetmenliğini üstlendiği efsanevi film Interstellar (Yıldızlararası) çevre konularına inceden inceye değinen başka bir filmdir. Başrolde Matthew McConaughey’nin canlandırdığı Cooper karakteriyle yeni ufukları keşfetmeye yol alan insanlığın hikâyesi anlatılmaktadır. 21. yüzyılda, yakın bir gelecekte geçen hikayede ABD’nin ortasında tarım yaşamına geri dönmüş insanlarla tanışıyoruz. Önceden bir astronot ve test pilotu olan Cooper da bu insanlardan biridir. Tarım yapmak için mücadele veren insanlar muazzam kum fırtınaları ve iklim bozuklukları yüzünden her geçen gün tarım yapamaz hale geliyor.

Filmde her ne kadar çevreden ve çevre olaylarından doğrudan bahsedilmese de filmin alt metninde çevreci eleştirinin imalar şeklinde ince bir şekilde işlendiğini gözlemlemek mümkündür. Tarımı imkânsız hale getiren bir dizi olaylara gönderme yapılıyor. Bunlardan biri iklim değişikliğidir. Dünyamızın koca bir kum torbasına dönüşmekte olduğunu filmi izleyen herkes açık biçimde anlayabilmektedir. Bu ölümcül kum fırtınaları sadece tarımı etkilemekle kalmıyor, besin zincirini ve insan sağlığını da tehlikeye atıyor. ABD’de 1930’lu yıllarda benzer kum fırtınalarının yaşandığı tarihsel bir gerçektir. Gezegenin artan sıcaklığıyla birlikte kuraklık dünyanın her yerinde gittikçe daha sık rastlanan bir olgu haline gelmiştir. Tüm bunların sonucu olarak insanlık ve NASA, kurtuluşu yeni yaşanabilir gezegenleri aramakta görmektedir. Ekolojik çöküşün gayet başarılı bir şekilde resmedildiği Interstellar sadece bilimkurgusal açıdan değil, çevreci eleştiri açısından son derece isabetli bir eser.

Hazırlayan: Cenk Tan

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

battlestar galactica

Battlestar Galactica’nın Bilimkurguda Bıraktığı Derin İzler

Battlestar Galactica, kendi yarattığı robotlar tarafından soykırıma uğrayıp kaçak durumuna düşen bir grup insanın hikâyesi …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et