Bilim Kurgu Sineması Kitabının Yazarı Nuri Berk Çoker ile Röportaj

Nuri Berk Çoker, Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek bilimkurgu sinemasının 1970’e kadar olan tarihçesini kaleme aldı. Kitabında, türe değer katan klasiklere yer verirken sadece ABD ile sınırlı kalmadan, diğer coğrafyalardan da film örneklerini sundu. Şu an, kitabının ikinci cildi üzerinde çalışıyor. İkinci ciltte, 1970’den sonra bilimkurgu sinemasının öne çıkan önemli yapıtlarını tanıtacak.

Çoker, çok yönlü bir kişilik. Sadece bilimkurguyla değil, siyaset bilimi ve uluslar arası ilişkiler alanındaki akademik çalışmalarına ek olarak, spor ve müzikle de ilgileniyor. Türkiye’ye sosyal politika önerileri sunan İNGEV’de (İnsani Gelişme Vakfı) çalışmalarını sürdüren Nuri Berk Çoker ile bilimkurgu edebiyatı ve sineması üzerine yoğunlaşan, ama onunla sınırlı kalmayan yoğun içerikli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Her röportajın klasik sorusuyla başlayalım. Nuri Berk Çoker neden bilimkurguya ilgi duyuyor?

İnsanlar neden bilimkurguya ilgi duyuyor diye sorsak… Bilimkurgu, birkaç kişinin değil insanlığın hikâyesine yüksek bir notadan bakma dürtüsü aslında. Sorunları, hataları ve çarpıklıkları ile galaksimizde -ya da daha da genişletelim- evrende “istenmeyen gezegen” olan dünyanın başına gelebilecekleri daha yalın ve çıplak anlatabilecek başka bir alt tür yok. Doğal afetler, uzaylı istilası, yapay bilinç tehdidi, nükleer savaş sonrası kaynak savaşları ve daha birçoğu, bize vaha ile serap arasındaki ince kırmızı çizgiyi bütün açıklığı ile betimlemeye çalışıyor. Bu arada Orhan Duru’yu bir kez daha burada anmak isterim, Sci-Fi kelimesi Türkçe’ye bundan daha iyi çevirilemezdi herhalde.

Akademisyen gözüyle, bilimkurgu genel olarak neden önemli? İnsanlığa neler sunabilir?

Şu açıdan bakalım, bilimkurgunun insanlığa verdiği ve vereceği hizmetler, senaryolardaki kinik tutum ve karamsarlıktan çok daha iyi bir yeri hak ediyor. O da, hayal etmek, insanoğlunun “aşırılıklar yüzyılı” olarak da bilinen 20. Asrın başından beri kaybettiği, kendi temelimizdeki en basit ama bir o kadar ciddiye alınması gereken hissi ortaya çıkarıyor. Jules Verne’in “ben hiç bir zaman kendime bir bilim adamı süsü veremem çünkü hiçbirşey icat etmedim” sözünden yola çıkarsak, hayır Mösyö Verne, sen dünyaya hayal edemediği yeni birşey sundun diyebiliriz.

Fantastik edebiyat ve sinema ile de ilgili misiniz?

Fantastik edebiyat ve sinema ile küçüklükten beri ilgiliyim, ön-Tolkien dönemi olarak adlandırabileceğimiz kadim zamanlardan Dickens, Andersen ve Lovecraft’ı el üstünde tutuyorum. Tolkien’ı anlamak hiç kolay değil, bir taraftan filolojist öbür taraftan şair olması ve aynı zamanda tarihin en kanlı sayfalarından 1. Dünya Savaşı’nda hem cephede bulunup hem de bütün yakın dostlarını orada kaybetmesi, böyle bir yapıtın ortaya çıkmasını meşru kılıyor. Hobbit, Silmarillon’a her hafta birkez dönüp bakarım, her cümlesi düşünülerek eklemlenmiş bir DNA haritası. Üçlemede her karakter, mükemmeliğin temsilcisi. Ama bir gerçek var ki, herkesin olduğu gibi Tolkien’ın da bir ilhama ihtiyacı oldu ve bunu Eflatun’da buldu. Bu hikaye bizlere neyi hatırlatıyor, “Devlet”ten (Republic) küçük bir alıntı: Gyges, Lidya Kralı’dır. Efsaneye göre hayatının başında bir çobanken, Glaucon adı ile, mağarada bulduğu sihirli bir yüzüğü kullanarak görünmezlik kabiliyeti elde eder. Bu şekilde saraya sızar ve Kraliçe’yi baştan çıkarıp Kral’ı öldürürerek onun tahtına oturmayı başarır. Her baştan çıkarıcı gibi önce kendisini aldatmış ve baştan çıkarmış ve ahlâkını kaybetmiştir.  Bir Eflatun çağdaşı olarak Tolkien, hepimizin “birgün iyi bir kurgusal edebiyatçı olacağım” düşüncesinin vücut bulmuş halidir. C.S. Lewis, George R.R. Martin ve Ursula K. Le Guin de başuçlarımdandır. Şu anda Le Guin’in, toprağı bol olsun, Sürgün Gezegeni’nde yolculuk yapıyorum.

Fantastik ve bilimkurgu arasında sizce nasıl bir ilişki var?

Fantastik ve bilim kurgu birbirlerini tanımak istemeyen, ama uzaktan uzağa saygı duyan iki ünlü kadim yazara benziyor ve mesafe her zaman öyle kalmalı.

Geçmiş bir röportajınızda, 16 yaşınızdan beri izlediğiniz her filmin kaydını tuttuğunuz, “Zihin Fakültesi” adlı bir dosyanız olduğundan bahsetmişsiniz. O dosyada kaç tane film birikti?

Evet, o konu, ilginç bir hal aldı. Sabahların kör vaktine kadar, o film senin bu film benim durmadan izledim, bazen yönetmen, bazen seyirci, bazen de bir aktör gibi. Türkiye’de ve Avrupa’da yaşadığım uzun yıllar boyunca “Mental Faculty” adlı dosyayı bir bilgisayardan diğerine taşıdım, bu göçebe dosyanın içinde şu an itibarı ile 3000’in biraz üzerinde film var. Az mı çok mu bilemedim ama şimdi hesapladım, hayatımın yüzden 25’i film seyretmekle geçmiş.

Yine geçmiş röportajlarınızdan birinde, bilimkurgu sinemasına olan merakınızın, dayınızın sayesinde E.T. filmini izlemenizle alevlendiğini belirtiyorsunuz. Dolayısıyla Bilimkurgu Sineması kitabınızın ikinci cildinde de bu filmin önemli bir yer edineceğini tahmin ediyorum. E.T.’yi ilk ilk izlediğinizde ne hissetmiştiniz?

E.T.’yi ilk seyrettiğimde, tek çocuk psikolojisi, “Elliot” ben olmak istemiştim. O kadar büyük bir takıntıya dönüşmüştü ki, arkadaşlarıma filmi anlatırken, o zamanlar spoiler verebiliyorduk, “Ben E.T. ile giderdim, gittiği yer buradan yüzde yüz daha iyidir” dediğimi hatırlıyorum. Her ne kadar Kotzwinkle’ın  “Yeşil Gezegen Kitabı”nda E.T. kendi gezegeninden sürülse de…

Sizce E.T.’nin mesajı nedir?

E.T.’nin mesajı oldukça açık, insanoğlu, yaşı ilerledikçe hayal gücünü yitiren ve hayata karşı takındığı absürt tutum dolayısı ile ötekini hor gören bir varlık. Çocuklar öyle mi? Elliot’ın saflığı ve iyiliği, aslında onu, uzaylılara karşı ve özelde de E.T. için, dünyadaki en represantabl ve güvenilir insana dönüştürüyor. Garip önyargılar ve bağnaz düşünceler arasından sıyrılmış bir stoacı, o küçük yaşına rağmen.

Bir gün gerçekten de uzaylı bir üçüncü türle karşılaşma yaşayacağımızı düşünüyor musunuz? Öyle bir şeyin gerçekleşmesi dünya kültürünü, siyasetini, olumlu veya olumsuz nasıl etkileyebilir?

Bir sürü haber var, özellikle bu yüzyılda, “Roswell Olayı” ve nice diğerleri. “Uçak” adlı büyük keşif ve Hava Kuvvetleri diye bir güç ortaya çıkınca, daha da gözlemlenebilir oldu. Savaş uçaklarının telsizlerinden pilotların UFO’larla ilgili anlattıkları birçok hikayeyi ben de okudum ve duydum ama arasıra gezegeni yoklamalarında benim açımdan bir sakınca yok. Ne kadar geliştiğimizi ya da ne kadar ilkelleştiğimizi anlayabilmek için iyi bir sistem geliştirmişler, burada Arthur C. Clarke ve The Sentinel hikayesine selam duruyorum. Ama “Arrival”daki gibi bir durumla karşılaşırsak, dünya kültürünü bilmem ama siyasetini çaresiz bırakacağına eminim. Ayrıca, Dünya siyasetinin bir üçüncü tür ile yaklaşıma girmesine gerek var mı sizce? Sineklerin bile uğramaktan vazgeçtiği büyük bir bataklık zaten. “Arrival”a geri dönersek, uzay gemilerinin öylece durmaları, aklıma geldikçe, yeterince ürkütücü bir sahne.

Stephen Hawking’in uyardığı üzere, bir gün uzaylılar Contact filmindeki gibi temas kurarsa, cevap vermemeli miyiz?

Dünya çok önemli bir değeri daha kaybetti bu sene, evrenbilimin bizlerin hayatına daha yalın girmesini sağlayan bir isimdi Hawking, tıpkı Sagan ve Clarke gibi. Hawking uyarmış olabilir ama NASA, Space-X benzeri agresif uzay araştırması yapan kurumların uslu birer çocuk olacağını sanmıyorum. Ben, uzaylıların bizimle temasa geçmeye ihtiyaç duymadığını, bizlerin onları yeterince “poke”lediğimizden, yani dürttüğümüzden eminim.

En sevdiğiniz üç bilimkurgu filmi hangisi?  

Interstellar, Mad Max ve Contact.

Tarihleri itibariyle ikinci kitabınızda bunların yer alacağını tahmin ediyorum. Bu filmleri size en çok sevdiren şey hangi özellikleri?

Bu filmler ikinci kitapta yer alacak tabii ki. Çılgın Max’ı özel kılan, “post-apocalyptic” diyoruz ama kıyamet sonrası değil belki de büyük savaş ya da üçüncü dünya savaşı sonrası nasıl bir hayat bizi bekliyor, George Miller bunu çok iyi sunuyor. Hem de süper komik bir paraya, İstanbul’dan şık bir semtten ev alamayacak kadar düşük bir bütçeyle. İşte bu çok takdir edilecek birşey. Dünyada bilimkurgu sinemasını sevip de, bu filme denk gelmemiş ya da seyretmese de duymamış bir sinefil yoktur diye düşünüyorum. Bu da küçük bütçelere rağmen, iyi bir bilimkurgu filmi mümkün sonucuna bizi çıkarıyor. Evet bu mümkün, bizden de gelecek on sene içinde iyi isimler çıkacak, “Man From Earth” ya da “Coherence” buna diğer örneklerim. Filmi daha da özel kılan taraf, soğuk savaşın cafcaflı bir tarih aralığında, distopyen bir aksiyon filmi olarak karşımıza çıkması. Son olarak da Miller’ın, yönetmen olmadan önce, bir tıp doktoru olarak Sydney’de çalıştığı hastanenin acilinde, filmde gördüğümüze tıpatıp benzeyen ölümlü ve yaralanmalı vakalara tanıklık etmiş olması da çok garip değil mi?

Interstellar ve Contact, aslında benim çocukluğumun hikâyesi E.T.’nin çok beyin yakılmış sürümleri. Yüksek uzay türüne giren bu iki film hakkında söyleyebileceğim en önemli nokta, bir daha yanına yaklaşabilecek senaryolar olamayacağı. Çok iddialı konuşmuş olabilirim ama bu iki film, kendilerini sinemada tahta oturtacak kadar güzel birçok özellik taşıyor, casting, müzikler ve hikaye anlatıcılığı. Bu iki filmi de birkaç kez izledim ama “Zihin Fakültesi”ne eklediğim filmleri hiçbir zaman öyle saymadım, merak etmeyin.

1970’e kadar olan Bilimkurgu Sineması kitabınızda yer alan en sevdiğiniz bilimkurgu filmleri hangileri?

Fahrenheit 451, Uzay Destanı ve Metropolis.

Aynı soruyu bu filmler için soracak olursam?

Daha yeni Bosna’dan döndüm, “Bosna’nın hafızası” olarak bilinen Vijecnica Kütüphanesi bundan tam 26 sene önce Sırp topçu ateşi ile yanmış ve renovasyondan geçerek yeniden açılmış 2014’te. İçeri girdim, eski olan ortadan kalktı mı, yenisi her zaman o kadar sahte kokuyor ki, burnunuzu tıkayarak geziyorsunuz. Yangında 155 bin kitap, bir o kadar değerli metin ve 2 milyonun üzerinde makele ve yazı kül olmuş, kütüphaneciler o sayfaları kurtarmak isterken sniper kurşunu ile ya da yanarak ölmüşler. (Kitabımdan) Tıpkı Fahrenheit 451’in yazarı Bradbury’nin 1934’te Los Angeles’a yerleştiğinde yaşadığı olay gibi. Sinema meraklısı yazarın, gittiği filmlerden bir tanesi öncesi gösterilen bir haber kaydı ile ilgili ciddi bir çocukluk travması yaşadığını duymuşsunuzdur. Siyah beyaz görüntüler, Nazi askerlerine aittir ve ortadaki büyük ateşe kitapları hissiz bir şekilde fırlatmaktadırlar. Bu olaydan yıllar sonra bahseden Bradbury “bir kitabın yakılması bir insanın öldürülmesine eşdeğerdir, çünkü ikisi bir bütündür” diyecektir. Ben, kitapların yakılmadığı ama sadece okunduğu bir hayat sürmek istiyorum, bundan dolayı bu kitabın benim özelimde yeri bambaşka.

Metropolis, bana göre, tartışmayacağım bir konudur, modern bilimkurgu sinemasının başlangıç anıdır. Lang’in şehri, bir tasarım harikasıdır fakat bölünmüş toplumsal yapıyı bu kadar iyi anlatan başka film çekilebildi mi, hala kuşkularım var.

Uzay Destanı ise, çekildiği tarih için en yüksek teknolojik unsurları seyirci ile tanıştıran bir film. Filmdeki oyuncu performansını bir tarafa bırakıp, karakterlerin merkezine “HAL 9000” adındaki makineyi oturtan bir felsefe. Kubrick aynı zamanda, bu filmle birlikte zamanesi Tarkovsky ile Eisenstein’ın rahat uyumasını sağlamıştır diye düşünüyorum. Primatın havaya attığı kemikten, uzay gemisine dönüşme anı, filmi defalarca kez seyretmeme rağmen, halen “wow” demem için yeterli.

Verne, Asimov, Heinlein, Clarke, Wells, Lem, Orwell, Bradbury ve Huxley’in en sevdiğiniz bilimkurgu yazarları olduğunu belirttiğinizi okudum. Neden bu yazarlar olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?

Şöyle açıklayayım, beni Türkiye’de öncü yaptıkları bir gerçek. Bir Türk’ün elinden çıkan ilk bilim kurgu sineması tarih kitabını yazmamı sağladılar. Yıllarca onların kitaplarını okuyup, kitaplarının uyarlandığı filmleri seyredip, ardından birşey yapmamak, onlara ihanet etmek olmaz mıydı? Onları kendimce yaşattığımı düşünüyorum. Ama burada bitmedi, hem ikinci kitap hem de ardından öykü kitapları ile ustalara saygı kuşağını devam ettireceğim. Hollywood-bağımsız olması konusunda büyük çaba sarfettiğim ilk kitap, onların da mutlu olmasını sağlamıştır, her ne kadar kitabımdan haberleri olmasa da…

Bilimkurgu ortamlarının meşhur sorusunu soracak olursam, Star Wars mı Star Trek mi?

Buna “Cennetin Krallığı” filminde Kudüs’ü İbelin Lordundan teslim alan Selahattin Eyyubi gibi cevap vereyim. “Hepsi ve Hiçbiri”. Star Trek 79-91 ve Star Wars 77-83 yeterliydi. Sonrası ABD’nin kültür kapitalizmi için dev fonlar verilmiş zorlama produksiyonlar. X kuşağının temsilcisi birine bu soruyu sorduğunuz zaman modası geçmiş bir cevap almanız normal. Biz geçmişle, gelecek arasında sıkışmış bir jenerasyonuz.

Türkiye’ye sosyal politika önerileri sunan İNGEV’de çalışıyorsunuz. Sizce Türkiye’de bilimkurgunun gelişmesi ve bilimkurguya duyulan ilginin toplum nezdinde artması için yapılması gerekenler nelerdir?

Ben şahsen sinemanın birçok alt türünde olduğu gibi, bilimkurguya toplum nezdinde ilginin artmasını istemem, sebebi de bir ürün niş kaldığında kalitesini yüksek tutabilir. Bundan dolayı da Türkiye’de bu konuya hem edebiyat hem de sinema tarafında yeterince ilgi olduğunu düşünüyorum ama bir ulusal plana dönüşmesi banalleşmesine de sebep olabilir. Cem Yılmaz’a çok saygı duymakla birlikte, en sonunda “Bilimkurgu yazarıyım” denince, ha Gora falan gibi şeyler mi? den öteye gidemiyoruz.

Ama çok istiyorsak, reçeteyi kendime göre şöyle yazayım, her ilköğretim okulunda sinema dersleri verilmesini ve bilimkurgudan daha çok, film seyretme ve analizi üzerine bir-iki saatlik kişisel vizyon geliştirme seansları uygulanması taraftarıyım. Eğer bu başarılabilirse, tek bir ömre bir insan hayatı değil, izlediğimiz filmlerdeki ve okuduğumuz kitaplardaki karakterlerden ilham alarak birçok farklı hayat sığdırabiliriz.

Son yıllarda satış rakamları itibariyle dünya genelinde distopya türündeki eserlere yönelik bir ilgi patlaması yaşandığı söyleniyor. Trump ABD’sinde George Orwell’ın 1984’üne, Philip K. Dick’in “Yüksek Şatodaki Adam” romanından uyarlanan diziye, Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’ne yönelik ilgi; Türkiye’de de an itibariyle DnR en çok satanlar listesinde Fahrenheit 451’in olması mesela. Siyaset bilimi ve uluslar arası ilişkiler alanında yüksek lisans da yapmış biri olarak, distopyaya bu ilgi artışını neye bağlıyorsunuz?

Özgürlükler tartışması yüzyıllardır süregelen bir olgu. Buradan yola çıkarak, siyasi iradenin insanların yaşamlarını görece ya da tamamı ile kısıtladığı ülkeler mevcut. Ama ben bütün ülkelerin bir marka gibi pazarlanan batı demokrasisini kendine entegre etmek istememesini saygıyla karşılamakla beraber, nev-i devletlerine münhasır demokrasileri olduğunu düşünüyorum. 100 milyon – 200 milyon – 1 milyar kişiyi bir düzen içerisinde tutmak tabii ki kolay değil ve liyakat-ceza sistemi olmadan gelişmesi ya da ayakta kalması mümkün gözükmüyor. Distopyaya bu ilgi artışı, direkt olarak son yüzyılın ürettiği ilginç siyasi figürlerle ilişkili. 20. Yüzyılın son çeyreğinde büyümüş bir insan olarak, çok durağan bir siyasi takvimle 2000 yılına gelindi. Ardından kuantum kimyacısı, eski ajan, iş adamı gibi pozisyonlarda çalışmış ardından siyasete atılmış insanların yüzleri gazete manşetlerinde, televizyon kanallarında karşımıza çıkmaya başladı. Hepsi distopik figürler ve ilginç egoları var. Bundan sonra gelecekler de bunları mumla aratacak isimler olabilir.

Sizce dünyayı distopik bir gelecek mi bekliyor?

Bana göre, distopik bir gelecek yok, zaten distopik bir hayat yaşıyoruz. Orwell’ın 1984’ündeki gibi,  konuşmuyoruz, tamamı ile uyuşturulmuşuz, bizim fikrimize katılmayanı anında linç ediyoruz, hipnotize edilmiş bir şekilde haftasonlarımızı ya da iş çıkışı akşamlarımızı devletin, özel kanalların ve diğer ABD kökenli film ve dizi yapımcılarının bizlere servis ettikleri programlarla geçiriyoruz. Aramızdan yakın süre önce ayrılan John Hurt’ün Winston Smith’i parlattığı mükemmel performansı ile kitabı daha da değerli kılan 1984 dünyasından ve yine kendisinin “Adam Susan” karakteri ile “V for Vendetta” filmi ile bizlere yarattığı distopik ülkeden çok uzakta değiliz. Karamsar bir tablo mu, evet, ama bence gerçek bu.

Distopik gerçekliği tersine çevirebilmek için, İNGEV’deki tecrübeleriniz ışığında, sizce dünya genelinde uygulanması gereken sosyal politikalar nelerdir?

Dünya, sosyal politikalar üretemeyecek kadar hızlı dönüyor. Lakin irili ufaklı projeler ülke-spesifik uygulanıyor ve meyveleri küçük ölçeklerde alınıyor. Burada en büyük görev özel sektörde, kapitalist düzenin doğurduğu en büyük gerçek ise kar maksimizasyonu. Eğer bu dünyayı biraz daha güzel bir yer yapmak istiyorsak, zenginlerin kar artırmayı değil daha çok sosyal faydayı düşünmesi gerekiyor. Yarattığım marka ne kadar ve kaç ülkede sattı değil, yarattığım marka ya da ürün, kaç insanın hayatına olumlu şekilde dokundu, bireyi bu ürünle merkeze koydum mu gibi sorular üretebilmeli.

Elinizde fantastik bir sihirli değnek olsaydı dünyada değişmesini istediğiniz üç şey ne olurdu?

Elimde fantastik sihirli bir değnek olsa, memleketin her köyüne uzanacak kadar tren yolu inşa edebilmek isterdim. Ray, gerçek bir devrimdir, bu sayede ülkenin her köşesinden gencin eğitime eşit seviyede ulaşabilmesi mümkün olurdu. İkinci kez değneği salladığımda bütün ülkelerin teknokrat hükümetlere sahip olmasını sağlardım, bu sayede ülke menfaatlerini değil ama yüksek mantığı devreye sokarak insanını düşünen yönetimler yaratırdım. Sonuncuda ise, dünyanın en zenginleri listesine giren milyarderlerin banka hesaplarını boşaltıp, gelir dağılımı eşitsizliğine çözüm bulurdum, bu gelecek on yılda dünya gündeminin merkezine oturacak bir konu.

Dünya üzerinde 60’ın üzerinde ülkeyi gezmişsiniz ve en çok Latin Amerika coğrafyasını beğenmişsiniz. Latin Amerika’da sizi büyüleyen şey neydi?

Latin Amerika, Türkiye’ye çok benziyor, insanları özellikle. Tezcanlılar. Diğer taraftan da her ülkenin size sunabileceği harikaları var. Şili’de Paskalya Adası, Brezilya’da Iguaçu Doğal Parkı, Arjantin’de Ateşli Topraklar, Peru’da Nazca Çizgileri ve bunun gibi sonsuz doğa güzellikleri. Her birine gittiğinizde zamanın durduğunu hissettiren yerler. Hayatı çok hızlı tükettiğimiz bir ülkede yaşadığımız için, Latin Amerika’nın hala yeni sisteme ayak uydurmadığı ya da uyduramadığını görmek beni mutlu etmişti. Herşey değişmek zorunda değildir.

Bilindiği üzere, edebiyatta “büyülü gerçekçilik” akımı da bu topraklarda doğdu. Bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?

Tabii ki yirminci yüzyıl Avrupa’da olduğu gibi Latin Amerika’da zor ve sancılı geçti. Darbeler, isyanlar ve sosyal hareketler, kıtayı kuzeyinden güneyine kadar etkisi altında tuttu. Bu da sizin bahsettiğiniz “büyülü gerçekliği” etimolojik karşılığı olarak da “olağanüstü gerçek”i hem edebiyatta, hem de resim ve tiyatroda yarattı. Marquez, Carpentier ve Kahlo öncüleri oldular. Latin Amerika’ya gittiğinizde şunu farkedersiniz, müzecilik Batı Avrupası’ndan uzak olması dolayısı ile, alıştığımız küratörlüğün dışında kalır ama içerik olarak öncüdür. Kurgusal edebiyatında neferi olan bu akım, kendinden sonra gelen bütün Batı Avrupalı yazarları da beslemiş ve 1970 sonrası Batı Avrupa edebiyatına yön vermiştir.

İlk kitabınızda Avrupa ülkeleri, ABD, Rusya ve Japonya’dan bilimkurgu film örneklerine yer vermişsiniz. Dünya üzerinde en çok sevdiğiniz bölge olduğunu söylediğiniz Latin Amerika’dan ise bir örnek kitabınızda yer almıyor. O coğrafyayı çok seven biri olarak, o toprakların ürettiği bilimkurgu hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Rastlıyor muyuz yoksa 1970’e kadar ihmal edilebilir düzeyde mi? İkinci kitabınızda Latin Amerika bilimkurgu sinemasından da örnek görecek miyiz?

İhmal edilebilir düzeyde, çünkü bilimkurgu sinemasını yönlendiren Amerika’dan bağımsız olarak Batı Avrupa ve SSCB, ardından da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bir Japonya gerçeği var. Latin Amerika ana akım sinemasında Brezilya’yı merkeze koyabiliriz, her ne kadar bilim kurgu ve fantastik yapıtlarla bir flört söz konusu olsa da çok bakir. 1970 sonrasında tabii ki gerek filmle gerek atıfta bulunarak kıtayı onurlandıracağım ama hangi filmler ya da örnekler bende saklı şu anda.

“Coğrafya kaderdir.” Bu meşhur sözden yola çıkarak, sizce coğrafya ile bilimkurgu arasında nasıl bir bağ var?

Coğrafya ile bilimkurgu arasında nasıl bir bağ var, şöyle açıklayabiliriz, Adıyaman sınırları içerisinden bulunan Samosata doğumlu Lukianos, bu gezegende yazılmış ilk bilim kurgu öyküsü olan “Gerçek bir öykü”nün mimarıdır. Öyküde Lucian ve arkadaşları, bir tekneyle Herkül Sutunları’nın (Cebelitarık) batısındaki denizlere (Atlas Okyanusu) açılmayı başarırlar ki o zamanlar iç denizlerde yolculuk yapıldığı bilinmektedir. Bu coğrafyada ve günümüz Türkiyesi’nde Lukianos’un yolundan giden bir çok yazar, yönetmen var ve birşeyleri başarmaya çalışıyorlar ve başaracaklar. Coğrafya kaderdir evet ve kaderimizde bilimkurguyu bu topraklarda yüceltmek görevi bizlere verilmiş.

Türkiye’de üretilen bilimkurgu yapıtları (kitap, film, internet sitesi) arasında beğendikleriniz hangileri? Bilimkurgu Kulübü’nü sitesini takip ediyor musunuz?

Sitenizi takip ediyorum ve edebiyat kısmında kitap incelemeleri ve kısa öykü kısımlarını özellikle beğeniyorum. Türkiye’de bilimkurgu yapıtlarından bazılarını okudum, şimdi kütüphaneme göz gezdirmem gerekti, Sadık Yemni’nin Zaman Tozları ve Sokaklar Benim Yeniden kitaplarını okudum, Fatih Emre Öztürk’ten Andromedan çok etkileyiciydi. Sercan Leylek’ten Cydonia ve Selim Erdoğan’dan Denizaltı Vadisi oldukça iyi kurguya sahip kitaplar. Bilimkurgu Kulübü’nün çıkardığı Yeryüzü Müzesi’ni de en kısa zamanda okumayı düşünüyorum, henüz maalesef fırsatım olmadı.

Bilimkurgu dizileri de en az bilimkurgu sinemaları kadar önemli. En favori bilimkurgu dizileriniz hangileri?  

Hepsi favorim diyebilirim. BattleStar Galactica, X-Files, Altered Carbon, Doctor Who, WestWorld, The 100, The Man in the High Castle, Dark, Stargate, Legion.

Bir de, geçmişte veya şimdi, eğer ilgilendiyseniz oynamayı en çok sevdiğiniz favori bilgisayar oyunları hangileridir?

Gamer olduğumu söyleyemem ama hem oyunların kendilerini hem de gameplayleri çok yakından takip ediyorum. Şu ana kadar oynadıklarım, Starcraft tabii ki. Bunun dışında Eve Online, Elite Dangerous, Star Wars: Empire at War, Destiny 2, The Dig, Alien: Isolation.

Bilimkurgu dışında, dünya sinemasından ve edebiyatından en sevdiğiniz üç film ve üç kitap hangileridir?

Kitaplar: Victor Hugo – Sefiller, Gabriel Garcia Marquez – Yüzyıllık Yalnızlık, Tolstoy – Savaş ve Barış. Bir de ekleyebiliyorsam Erlend Loe’den iki kitap daha: Doppler ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu.

Filmler ise, Amadeus – Milos Forman, Son İmparator – Bernardo Bertolucci ve Apocalypse Now – Francis Ford Coppola.

Türk sinemasında ve Türk edebiyatında en beğendiğiniz (geçmişten ve çağdaş) yönetmenler, filmler, romanlar, yazarlar hangileridir? Kısaca sebepleriyle beraber açıklayabilir misiniz?

Türk sinemasında en beğendiğim yönetmenler, Nuri Bilge Ceylan, Atıf Yılmaz, Serdar Akar, Ertem Eğilmez.

Burada birçok film ismi vermek isterim: Eylül Fırtınası, Masumiyet, Gemide, Bir Zamanlar Anadolu’da, Zübük, Eşkiya, Tosun Paşa, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni, Züğürt Ağa, Mustafa Hakkında Her Şey.

Yazarlardan ise, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yusuf Atılgan, Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar, Oğuz Atay.

Romanlar: Devlet Ana, İnce Memed, Anayurt Oteli, Beyaz Kale, Puslu Kıtalar Atlası, Bereketli Topraklar Üzerinde ve Tutunamayanlar.

Sinemanın bir sanat olarak geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Yeni teknolojiler (sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik vb.) bu yedinci sanatı sizce nasıl etkileyecek?

Sinemanın bir sanat olarak geleceği maalesef yok, sinemaya bir toplam olarak bakarsak, seyirci, sinema salonu gibi kavramlar yavaş yavaş hayatımızdan çıkıyor ve denklem bozuluyor. Tıpkı birçok gazetenin ve dergilerin artık finansal kaygılar dolayısı ile matbaadan geçmeyip internetleşmesi gibi. Ama biraz önce bahsi geçen film ve dizi yapımcıları yeni teknolojilerin de avantajıyla belli bir zümreyi hedef alarak, onların beğenisine uygun film prodüksiyonlarına imza atmaya birkaç sene içinde başlarlar. Şimdiden bize bu kanallar önermede bulunmuyor mu? Bunu izledi isen, bunu da beğenirsin gibi…

Sizce önümüzdeki yıllarda hangi teknolojiler ön plana çıkacak? Uçan arabaları görebilecek miyiz? Robotların ve yapay zekânın yükselişi insanlık için bir tehdit mi? Terminatör ileride gerçek olabilir mi?

Öngörmek zor. Ama biz görmeyiz demekle yetinebilirim, çünkü Black Mirror dizisinden örnek verirsek olaylar, 2050’lere ışık tutuyor gibi ya da daha mı erken?

Bir zaman makineniz olsaydı tarihte hangi zamana gitmek ve neyi değiştirmek isterdiniz?

Zaman makinesi olgusu, bilim kurgu sinemasının da kilometretaşlarından bir tanesi. Sadece bu makine üzerine onlarca film çekildi. Tabii ki bunu bilimkurgu ile ilintilendirmeden tarihte bir döneme gitmek ve birşeyleri fabrika ayarlarına döndürmek gerekseydi, herhalde teslim olmuş Japonya’ya atom bombasının atılmasını engellemek isterdim. Nazım 1956 tarihli “Kız Çocuğu”nda ne güzel anlatmış:

Kapıları çalan benim

kapıları birer birer.

Gözünüze görünemem

göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli

oluyor bir on yıl kadar.

Yedi yaşında bir kızım,

büyümez ölü çocuklar.

1970’den sonraki bilimkurgu sinemasından sonra planladığınız başka kitap projeleriniz var mı? Blog sitenizde bilimkurgu öyküleriniz mevcut. Sizi de ileride bir bilimkurgu öykü kitabı veya romanıyla görecek miyiz? Üzerinde çalıştığınız böyle bir proje var mı?

Var, ikinci kitap bittikten sonra, roman yazmak istiyorum. Zamanı doğru yönetebilirsem, gelecek beş yıl içinde bir bilimkurgu üçlemesi ve bir sinema senaryosu ile kendi edebi ve sinema kariyerimi geliştirmek düşüncesindeyim.

Türkiye’de bilimkurgu okuyan, yazan, izleyen, film çekmeyi düşünen vb. kişilere tavsiyeleriniz nelerdir?

Bütün dünyayı merak etmek önemli ama her şeyi bilemeyeceğini de kabul etmek bir erdem. Gelecek yönetmenlere tavsiyem Kubrick gibi film seyretmeleri. Diyalog olan kısımlarda filmi seyretmeyi bıraksınlar, konuşma kesildiğinde ise sinematografinin ön plana çıktığı anları doğru analiz etmeye çalışsınlar. Görselliği ve sahneleri kafasında oturtmuş bir insan için en küçük detay senaryodur. Yazarlara da tavsiyem şu, denemekten ve sayfa tüketmekten vazgeçmesinler! Kısacası, okumaya, merak etmeye, keşfetmeye devam.

Bu söyleşiye vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

Ben de teşekkür ediyorum. Bilimkurgu Kulübü’ne çalışmalarında başarılar dilerim.

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu uzayli yaratik ahtapot

Erken Dönem Bilimkurgusunun Garip Uzaylıları

İnsanlığın uzaylılar hakkındaki fikirleri bin yıllar boyunca evrim geçirdi, ancak televizyon çağından önce bu fikirler …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et