Paralel Evrende Uzaylı İstilası: Müzikal Savaşlar Çağı

Salamander ile ne zaman yolculuk yaparsam yapayım, kendime o yolculuğun Salamander ile yapılmış son yolculuk olduğunu söyler dururum. Çünkü Salamander gerçekten bir sorun yumağı ve zeka seviyesi çok düşük. En son vücudunu kaptırdığı günden bu yana her şey daha da kötü oldu. Sırtımda taşıdığım bir yüke dönüştü. Fütüristik yıkım distopyasından bir şekilde kaçmayı başarıp yeni bir evrene açıldığımızda işler daha da kötüye gitmeye başladı. Çünkü bu bir önceki durağımızdan da berbat bir evren… uzaylı istilası, saf zihinden oluşan varlıklar, cisimsizliğin içinde seyahat, korku, dehşet ve yalnızlık. Tabii bir de müzikal bir savaş alanına dönüşen dünya.

Evrenler arası boşluktan süzülüp yeni bir paralel dünyaya düşünce, bir kamyonun arkasında beliriyoruz. Bir şehirden öbürüne açılan mahşeri bir otobandayız. Kamyonun arkasındaki konteyner mültecilerle dolu. Ya da benim manzaradan çıkarttığım anlam böyle. Hiçbirinin üzerinde doğru düzgün bir parça kıyafet yok, hepsinin suratı acıdan ve kahırdan çökmüş. Yüzleri kir pas içinde, çocukların gözleri iltihaptan açılmıyor. Bebeğini emzirmeye çalışan kadınlardan birine en son ne zaman havuç sulu chai tea latte içtiğini sordum… kadın cevap bile veremedi. Kendi duyarsızlığıma kızıp bir köşede oturdum. Kamyon durunca konteynerin arkasındaki kapılar açıldı.

Çok yoğun bir toz bulutu her tarafı esir almıştı dışarıda. Toz, beyaz ve grimsi renkteydi. Böylesi korkutucu bir bunalımın içinde limanda indirildik. Her tarafta çöküntüye uğrayan insanlığın göstergeleri vardı. Yüzeyi tozla buğulanmış denizden kocaman bir geminin harabesi yükseliyordu. Bu dehşet verici manzarayı arkaplan edinmiş bir herif kırbacını şaklatarak hepimizi hizaya soktu. “Oleey hayat çok güzel ahahaha! Sakın depresyona girmeyin tamam mı? Lütfen!” Yüzünde BDSM lortlarının takabileceği türden matrak bir gaz maskesi vardı. Vücudunda ise klipslerle donanmış lateks bir kıyafet. “Hoşgeldiniz! Hoşgeldiniz!” diye bağırıp sağa sola kırbaç atmaya devam etti, “eğer enfekte olduğunuzu düşünüyorsanız Antidepresan Bürosu’na yönelin, wohahahaayyt!” Adamın ‘enfeksiyon’ ile ne demek istediğini anlamamıştım. Üstelik Salamander’e göz ucuyla bakınca yüzünde yeniden bir ifadenin belirdiğini gördüm. Sanırım kireçli katatonisi sona eriyordu. Fakat ben daha sevinecek zaman bile bulamamışken hepimiz uygun adım marş ile limanın kapısına kadar yürütüldük. Sonra kanalizasyonun patlayıp sokakları esir aldığı bir cerahat kanalından geçerek gargantuan on dokuzuncu yüzyıl apartmanlarına taksim edildik.

Apartmanın içerisindeki tüm katlarda insanlar cansız mankenler imal etmekle meşguldü ve asker kılıklı tipler bu cansız mankenleri sanki bir makineli tüfekmişçesine kapıp ortadan kayboluyordu. Durum fazlasıyla şüpheliydi. İşçilerden biriyle röportaj yapmaya karar verdim. “Günde kaç saat çalışıyorsunuz?” diye sordum. Kadın önündeki cansız mankenin plastik kaplamasını bırakarak elleriyle on yedi sayısını gösterdi. “Peki sömürü düzenine ve işçi sınıfının mutlak zaferine karşı olan düşünceleriniz nedir?” diye sorunca kadın cevap veremedi. Zavallılar köle gibi çalıştırılmaları yetmezmiş gibi bir de susturuluyorlardı. Kalbim buna daha fazla dayanamadı, “bu ne rezillik?” diye bağırdım.

Önünde pentagram çizilmiş bir uşanka takan adam, “sorun nedir yoldaş?” diye sordu. “Burada insanlara köle gibi davranmaya utanmıyor musunuz?” Adamın suratı anında koyu bir dehşet ifadesiyle sarsıldı. “Köle mi? Köle… hayır yoldaş! Burası özgür emekçilerin son kalesi! Burası istila altındaki bir dünyada parlayan son yıldız! Burada emeğin saf özgürlüğü varken nasıl olur da kölelikten söz edersin?” Kendimi bir anda utanç içinde boğuluyor gibi hissettim. Mahcup bir ifadeyle özür diledim ve “her şey yolunda” deyip, içinde Hande Yener’den Romeo şarkısının kayıtlı olduğu bir disk hediye etti adam. “Hadi yoldaş şimdi sen de çalış.” Beni ve Salamander’i bir tezgahın başına koydular. Durmadan cansız manken yaratmaya başladık. Salamander denen şerefsiz kendi agalmatofili hislerini tatmin etmek için abuk sabuk vücut ölçülerine sahip mankenler yaratsa da ben işimi ciddiye alıyordum.

En nihayetinde günlerimiz emeğin özgür ve tatlı suskunluğu içerisinde geçmeye başladı. Geceleri tezgahın altında uyur, sabahları Uzaya Karşı Direniş marşıyla uyanırdık. Çalışmaya başlardık anında. Cansız mankenler üretir asker-yoldaşlarımıza verirdik. Bu adamlar cansız mankenlerle ne yapıyordu bilmiyordum fakat ben pentagramlı yoldaşımdan emeğimin karşılığı olarak ilginç ürünler almaya devam ediyordum. İşler öylesine yolundaydı ki bu paralel dünyaya yerleşmeyi düşünmeye başlamıştım bile. Üstelik çalışma süresi günde yirmi iki saate çıkarılmıştı! Emeğin özgür gücünü daha fazla tadabiliyorduk… ne harika!

Fakat bir gün olanlar oldu, gene ben mutlu mesut çalışırken ve Salamander’in kireçli kollarıyla yarattığı ucube mankenlere küfrederken tüm dünya derin bir siren sesiyle sarsıldı. Her yerde koşuşturmaca başladı. Korkunç bir olay yaşanmıştı… /Edge/ Lord denen o büyük enfekte yaratık tutulduğu zindandan kaçmıştı. Pentagramlı yoldaşım yanıma gelip o yaratığı bulmak göreviyle ödüllendirildiğimi söyledi. Yanımda Salamander’i de almalıymışım çünkü yürüyen bir cansız mankene en yakın şey oymuş. İşte o gün cansız mankenlerin ne işe yaradığını ve enfeksiyonun ne olduğunu öğreneceğim gündü. Salamander ve ben bu asil göreve birlikte çıktık. Yine yapayalnızdık, yine dünyaya karşı biz bizeydik. Her yanı kanalizasyon suyuyla dolu sokaklarda yürürken kokuyu inceleyerek, “şu yoldaşlar hiç de sağlıklı bir diyete sahip değil,” dedim. Salamander sanırım bana fazla alınmış olduğu için ağzını bile kıpırdatmadı. Büyük bir sessizlikle yürümeye devam ettik. İşte o an olanlar oldu. Bir anda paslı gün ışığı karardı tamamen. Gölgeler etrafta dans etmeye başladı. İnsansı cisimlere dönüştüler önce ve sonra kırılıp bir şarkıya büründüler. “WAKE ME UP! WAKE ME UP INSIDE! SAVE ME FROM THE DARK!”

Bu olamaz. Bu şarkı… ah! Çok fazla ‘edgy’… çok fazla ‘depresif’. Hayır! Böylesi korkunç bir enfeksiyona karşı insan nasıl dayanabilir. Tüm tenimin bir gotiğe dönüşmek için beyazlamaya başladığını hissediyordum. Hayır… hayır! Salamander’in kireçleşmiş kulaklarını kapatmayı denedim fakat artık çok geçti. Onun o zavallı vücudu bu enfeksiyona karşı tamamen savunmasızdı. Adam birden bire yüzlerce uzaylının hedefi oldu. Uzaylılar insan vücuduna temas edince tepkimeye girerek depresyona dönüşüyor. İşte enfeksiyon! Zavallı arkadaşım Salamander artık çok depresifti. Fakat işler iyice garipleşti. Adam kendini kesmek isteyen bir gotiğe dönüşmek yerine, Yung Lean benzeri bir şey oldu ve öylece koşup gitti. “Purp purp purp! SKRRRT!”

Dostumun peşinden uzaylıların depresyon saldırılarına direnerek koşmaya başladım. Uzaylılar insafsızca saldırıyordu. Kâh Schopenhauer’den aforizmalar patlatıyor, kâh Albert Caraco’dan bahsediyorlardı. Bir tanesi hatta enseme kadar gelip dokunacak gibi oldu. Fakat son anda sıyrılarak kurtulmayı başardım. Arkamdan şunları söyledi, “sende tam Cioran okuyacak erkek tipi var elma yanaklım, benle intihardan arta kalan o huzurlu pusu görmek ister misin?” Çığlığı basıp koşmaya devam ettim. Kaçmalıydım… artık Salamander’i belki de hiçbir zaman göremeyecektim ama ben kaçmalı ve de /Edge/ Lord’u bulmalıydım.

En nihayetinde bir yer altı geçidine sızmayı başardım. Metroya doğru koştum çığlık atarak. Fakat ciğerlerimi patlatırcasına bağırmama rağmen izimi kaybetmişlerdi. Kafaları karışmıştı şerefsizlerin. Beni tuzağa çekmek için yeniden şarkıya dönüştüler. Bu işi iyi biliyorlardı fakat ben direnecektim. Şarkı çok acı verici olsa da… “SUSTU BU GECE KARARDI YİNE AY… KALDI GERİYE  CEVAPSIZ SORULAR! UYANDIĞIMDA ONU İLK KİM GÖRECEK… BIRAKTIĞIM DÜŞÜ, KİM BÜYÜTECEK!” Ben şarkıya ağlayarak eşlik etme dürtülerimi bastırmayı denerken, hıçkırarak iç çeken bir adam beni omzumdan yakaladı. Birlikte bir havalandırma tünelinden aşağı yuvarlandık. Kendime geldiğimde herkesin bağırarak konuştuğu bir pubdaydım. “Burası Trash Metalcilerin son kalesi evlat.” Adamlara cevap vermedim. Önüme gaz yağı ile karıştırılmış aşırı koyu bir bira koydular. Etraftaki kasveti ve de öfkeyi ciğerlerime doldurunca burayı da uzaylıların enfekte etmiş olduğunu anladım…uzaylılar insan vücuduna dokununca sadece depresyona dönüşmüyordu, aynı zamanda anlamsız bir öfke de olabiliyorlardı…

Adamlardan biriyle röportaj yapmaya başladım. Neden öfkeli olduğunu sordum önce. Bir süre durup bekledi ve sonra sadece bağırdı. Mekandaki diğer insanlar da bağırmaya başlayınca uzaylılar meydana çıktı birden, fakat bunlar farklı bir türdü. Birden bire elektro gitarlara dönüştüler ve asabi riffler atarak patlamaya başladılar. Çok geçmeden kapılar tekmelenerek kırıldı. Asabi gitar rifflerine şeytani melodiler bulaştı. Kapının arkasındakiler black metalcilerdi. “Saldırmaya geldik… çok uzak karanlıklardan… karanlık… ruhlar çürümüş… kasvet… ahhh SATAN!”

Sorun neydi anlamıyorum fakat yüzlerine kireç püskürtülmüş, her yanından metal dikenler çıkan şeytani bandocularla, metal dinleyen kamyoncu abiler birbirine girdi. Ortalığı dolduran o manyak riff bulantısından sızarak kaçmayı başardım. Artık burada neler döndüğü kesindi. Teşhisi koymuştum. İnsanların duygularını imite eden uzaylılar, insanlığı müzik türlerine göre kastlara ayırmıştı. Her yanda müzikal bir savaş söz konusuydu. Mumble rapçiler, Old School Hiphopçulara karşı savaşıyordu. Birbirlerine kodein ve de kırılmış mikrofonlar fırlatıyorlardı. Köşede bucakta kalmış, hiçbir tarafa bağlı olmayan ipsiz sapsız tipler ise “hey şu yeni çıkardığım mix tapeyi dinlemek ister misin? Enfeksiyonun varsa iyi gelecek,” diye ellerindeki malları satmaya çalışıyordu.

Durum korkutucuydu. Post apokaliptik müzikal uzaylı istilasının yarattığı tahribatın benek benek dağıldığı arazilerden geçerken talihsizliğimi düşündüm. Beceriksizliğimi ve de hayatta kalmamın nasıl bir mucize olduğunu. Bir ismi dahi olmayan mahşeri bir çölde yürürken neler neler çıktı karşıma. 1920lerden reklam müziklerinin çaldığı devasa gramofonlar, kırık dökük arplar, lirler, gitarlar, piyanolar… piyanoların başında oturup sonsuza kadar ritim tutacak olan ceset otomatonlar. Sonra bu trajik çölün ilerleyen satıhlarında korkunç bir cephe savaşının yaşandığına tanıklık ettim. Chopinciler ve Yung Leanciler birbirine girmişti. Bir taraf 1890lardan fırlamış gibi, depresif ve gotik kıyafetler giyiyordu, öbür taraf ise 1990lar estetiği nostaljisinin ürünü olan kıyafetler. Kova şapkalar, fötr şapkalara karşı. Frengi kokan siyah takımlar, depresyon kokan hoodielere karşı. Bir taraf keman soloları atarken, diğer taraf buğulu melodiler fışkırtıyordu. Onları köhne bir piyanonun arkasında saklanıp izledim. Bombalar ve tahrip gücü yüksek silahlar yerini çok daha şeytani işkence cihazlarına bırakmıştı. Müzik aletleri artık dönüşmüş, işkencenin saf yankısına bürünmüştü.

En nihayetinde Chopinciler, Yung Leancileri en karanlık hislerin alacakaranlığında boğarak müzikal bir akşam yarattılar. O lanet olası kova şapkalı ‘üzgün oğlanlar’ kodein gözyaşları dökerek geri çekilmeye başladı. Arkadaşım Salamander geride kalan cesetlerin arasında olabilirdi. Yüreğimde ezici bir korkuyla siperlere yaklaştım. Müzikal terörizmin ardında bıraktığı o korkunç cesetlerin garip şekilleri arasında gezinirken Salamanderle karşılaştım. Adam bağdaş kurmuş oturuyor ve “nostalji, 2003, varosha strip… hayata ölmek için geldim… skkkrrtt…” falan gibi şeyler söylemeye devam ediyordu. Adamı kaptığım gibi çıkardım ceset çukurundan. Vücudunu kaplayan o kireçsi kalıp çözülmüş artık ne bir insan, ne de bir hayvan olmuştu Salamander…

Onunla birlikte müzikal savaşın ardında bıraktığı o post apokaliptik çölden geçerken birdenbire etrafımız uşenkalı asker-yoldaşlarım tarafından sarıldı. Yoldaşlarıma mutlulukla seslenirken hepsi sert bir yüz ifadesiyle karşılık verdi bana. “Aferin yoldaş,” dediler, “görevini yerine getirdin. /Edge/ Lord’u yakaladın.”

“Hayır,” dedim korku içinde, “bir yanlış yapıyorsunuz yoldaşlar. Bu adam Salamander. Bizim işçi-yoldaşlarımızdan.”

“Esas hatayı sen yapıyorsun, yoldaş. O adam /Edge/ Lord’un ta kendisi.”

Çok yoğun bir propaganda müziği çalarak bir düzine cansız manken ile etrafımızı sardılar. Salamander’in vücuduna girmiş yüzlerce uzaylı kaçışıp cansız mankenlere saldırdı.

Önceki Sonraki

Yazar: Tuğrul Sultanzade

2000 yılında Bakü'de doğdu. Uzun bir süredir Kuzey Kıbrıs'ta yaşıyor.

İlginizi Çekebilir

Bir Ejderha Nasıl Bilimkurgu Olur?

Dikenli kuyrukları, yarasalarınkini andıran membran kanatları, iri pençeleri, geçirimsiz pullu derileri ve tabii ki alev …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et