Karanlık Çağlar Yeniden mi Geliyor?

Fransa’daki Lasko mağarasına çizilen resimler otuz bin yıldır sapasağlam yerinde duruyor. Mısır yazıtları altı bin yıldır ayakta ve okunabiliyor. Sümer yazıları dört bin yıldır kil tabletlerde kazılı… Öklit’in büyük kitabı Elementler iki bin yıl sonra bile okunabiliyor. Peki teknolojinin parlak örnekleri olan CD-Rom ve flaş belleklerin ömrü ne kadardır dersiniz? Ya da sabit disklerin? Bildiğimiz kadarıyla hiç biri on yıldan fazla dayanamıyor.

Telefonundaki fotoğrafları yanlışlıkla silinen bir lise öğrencisinin neler hissettiğine bir bakın; sanırsınız İskenderiye kütüphanesi yanmış! Oysa geçmişte portre yaptırmak sadece zengin ve nüfuzlu kişilerin bir ayrıcalığıydı. Şimdiki nesil günde elli selfie çekiyor ve 36 poz fotoğraf filmlerini anımsayan bile yok. Buna rağmen diyebilirsiniz ki fotoğraflarımızın silinmesi nasıl bir yeni Orta Çağ başlatabilir?

Esasında insanlık kâğıdı bulduğu günden itibaren verilerin saklanması sorunuyla yüzleşiyor. Zamanla bozulan yanıcı bir malzeme olan kağıt, dayanıklılık bakımından kendisinden önce gelen malzemelerle yarışamazdı.

Matbaanın bulunuşuyla birlikte veri koruma sorununu büyük oranda çözüldü. Artık her kitabın binlerce kopyası yapılabiliyor ve tükendikçe yeniden basılabiliyordu. Esasında Dünya’daki en mükemmel veri depolama ortamı olan DNA da bilgiyi korumak için aynı yöntemi kullanır; yani kendi kendisinin milyonlarca kopyasını yapar.

internet

Hiçbir veri saklama ortamına tam olarak güvenilemez. Bozulma ve çürüme evrenin temelinde vardır. Bu sorunu aşmanın tek yolu, korunacak olan bilginin çok sayıda kopyasının çıkarılmasıdır.

Günümüzde verilerimizi kağıt, taş, ya da kil tabletlere yazamayız elbette. Onun yerine “bulut” denilen dijital matris içinde çok sayıda kopya oluşturuyoruz. Ancak, dijital bulutun çalışabilmesi için sürekli olarak bakımının yapılması ve büyük miktarlarda enerji kullanılması gerekiyor. Kültürel mirasımızın geleceğe aktarılması bir enerji ve ham madde sorunu haline gelmiş durumda…

Dijital bilginin dayanıksızlığı iki yönden incelenebilir: Donanım ve Yazılım… Donanım, çok iyi soğutulması gereken büyük aygıtların üretim ve bakımını içeren pahalı bir endüstridir. Günümüzde birçok insan bedavaya çektiğini sandığı fotoğrafların maliyetinin aslında ne denli yüksek olduğunun farkında değildir. Şimdilik şirketler veri saklama işinden kar ettikleri için, bu maliyeti doğrudan halka yansıtmıyorlar. Gelecekte, verilerimizi rehin alabilir; bize kiralayıp, satmayı düşünebilirler.

İşin yazılım boyutu daha da karmaşıktır. Verilerimiz sürekli format değiştirmektedir ve geliştirilen her yeni format, kendisinden önce gelen veriyi çöp haline sokmaktadır. Eski verilerin yeni formatlara aktarılması hiç de kolay bir süreç değildir.

Ayrıca depolama aygıtlarının içindeki bilgiler korunmuş olsa bile, ona ulaşma sorunu vardır. Demode dijital formatları okuyacak araçlarımız elimizde bulunmuyor. (Floppy diskleri, manyetik teypleri, delikli kartları düşün.) Verilerin kodlama yöntemleri de sürekli değişiyor ve eskiyen kodlar günümüz dekoderleri tarafından çözülemiyor

Dijital bilgiye ulaşmanın zorlukları da cabası… Veri hacmi büyüdükçe, istenen bilginin bulunup getirilmesi giderek zorlaşmaktadır. Bugün kullandığımız arama algoritmaları verinin büyüklüğüne duyarlıdır. Üstel biçimde artan bir çığla baş etmek, sıradan insanlar için bile oldukça zordur. Birikimimizin ne kadarının çöp olduğunu kimse bilmiyor ve  oturup envanterini çıkarmaya da kimse kalkışmıyor. Youtube, çöp videolarla doludur. Ancak şunu da not etmeliyiz ki, herhangi bir prodüksiyon şirketinin “çöp” olarak değerlendireceği bir içerik, halk tarafından milyonlarca kez izlenebilmektedir.

Yahoo, kullanıcılarına e-maillerini asla silmemeyi tavsiye edecek kadar veri sıkıştırma algoritmasına güvenmektedir. Yine bir Yahoo hizmeti olan Flickr, sınırsız fotoğraf depolama alanı sunuyor.

Ancak, İnternet’in görünen yüzünün altında yatan devasa veri kitlesi giderek büyümektedir. Bunun gelecekte alacağı boyutları hayal bile edemeyiz.

Verilerin saklanması ve saklanmış verilere etkin biçimde ulaşılması sorunu yine de teknik bir sorundur ve mühendislerin etkili çözümler üreteceklerine güvenebiliriz.

Gerçekte, bizi bekleyen daha büyük bir sorun vardır: Bilgi kirliliği.

Bilgiye ulaşmanın kolay olması, kötü niyetli cahil kişiler için bir avantaja dönüşebilmektedir. Bu kişilerin hiçbir kurul ya da editörün denetimi olmaksızın, düşüncelerini yayarak bilgi kirliliği yaratmalarının önünde hiçbir engel yoktur. İnsanlığın mirası olan, binlerce kez sınanmış gerçekler bir çırpıda “komplo” ilan edilebiliyor ve kimse bunu yapan kişileri durduramıyor. Bir çok insan akıl dışılığın dayanılmaz cazibesine kendini kaptırmış durumda… Mesela “Dünya düz”dür, “Ay’a gidilmemiş”tir, “Mars roveri hikâye”dir, “Işıktan hızlı gidilemeyeceği yalan”dır.

İnternet ortamını kendilerine mesken edinen bu kişiler, kuşkuculuk kisvesi altında bilim düşmanlığı yapıyor. Kutsal kitapların anlattığı masallara can-ı gönülden inanırken, gözleme ve deneye dayalı, binlerce kez test edilmiş, matematiksel alt yapısı oluşturulmuş güvenilir bilgileri ellerinin tersiyle itiyorlar. Daha da kötüsü günümüzde iyiden iyiye yetersiz hale gelmiş okullarda hiçbir şey öğrenmemiş büyük bir kitle vardır. Buna Dijital Karanlık Çağ demeyeceğiz de ne diyeceğiz?

İşin acı tarafı Dünya’nın yörüngesinde dolanan yüzlerce uydunun bu saçmalıkların yayılmasına aracılık etmesidir! Yuvarlak olmayan bir Dünya’da uyduların ve ona bağlı İnternet alt yapısının nasıl çalıştığını sorgulayamayan insanlar, Dünya’nın düz olduğunu iddia etmek için Youtube’u kullanmaktalar. İroninin ta kendisi değil midir bu?

Elbette insanlık tarihi boyunca kâğıt, taş,  deri ve kil tablet üzerine de binlerce saçmalık ve mantıksızlık kaydedilmiştir. Bilgiye saygınlık kazandıran onun bir ortama yazılması değil, yazılan bilginin o mertebeyi hak etmek için birçok aşamadan geçmiş olmasıdır. Dijital Karanlık Çağ’da kurullar, editörler, üniversite kürsüleri, dergiler, laboratuvarlar, denetçiler, kuşkucular ve eleştirmenlerin denetiminden geçmiş bilgiler, lise mezunu bir komplocu tarafından itibarsızlaştırılabilmektedir.

Komplo teorisyenlerinin gücü sahip oldukları bilgilerden gelmiyor kuşkusuz. Güçlerini şunlardan alıyorlar: İnanmaya hazır cahil bir kitlenin varlığı, komploları yayabilecekleri hazır bir ortamın bulunması (İnternet), komplo teorilerinin çekiciliği ve en beter illetlerden biri olan “inat” duygusu…

Ancak şunu da unutmayalım ki, son tahlilde sağduyu her zaman kazanmaktadır. Orta Çağ karanlığını yenen de yine insanların sağduyusu olmuştur. Tabi, kapitalistlerin bilgideki güç ve kar elde etme potansiyeli fark etmiş olmalarının payı da unutulmamalıdır. Şimdilik kapitalistlerin cehaletin ne denli kazançlı bir şey olduğunu yeniden keşfetmemelerini umut ediyoruz. Bu yüzden de olabildiğince doğru bilgi kaynaklarına yönelmemiz gerekiyor. Kısaca, bizleri dijital karanlıktan koruyacak olan şey, yine kendi sağduyumuz olacaktır.

Yazar: Sinan İpek

Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyar:TBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.

İlginizi Çekebilir

simulasyon evren

Bir Simülasyonda Yaşayıp Yaşamadığımız Kanıtlanabilir mi?

Fizikçiler öteden beri evrenin nasıl olup da yaşama elverişli koşullara kavuştuğunu açıklamaya çalışıyor. Nasıl oldu …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et