Transcendence

Transcendence Filmi Işığında Yapay Zekanın Bilimsel Analizi

Ekim-Kasım 2014 aylarında o kadar fazla ve o kadar kaliteli bilimkurgu filmleri çıktı ki… Ancak Yıldızlararası’nın etkisine kapılıp, bilimkurgunun bir diğer önemli eserini es geçmemek gerekiyor: Dilimize tuhaf bir şekilde Evrim olarak çevrilen, aslında “üstünlük, aşkınlık” anlamına gelen Transcendence bunlardan biri… Yıldızlararası bizi Evren’in ve modern fiziğin sınırlarına götürürken, Transcendence bizleri beynimizin müthiş dünyasına çekiyor, nanoteknolojiden gücünü alan yapay zekanın gelecekte ne seviyeye gelebileceğine dair net bir görüntü sunuyor. Tıpkı Yıldızlararası gibi, Transcendence da çok uzak olmayan bir gelecekte geçiyor. Peki filmde gösterilenler ne kadar gerçekçi? Yapay Zeka gerçekten bu kadar zincirlerini kırıp, sınır tanımaz hale gelebilir mi? Beynimizi bir makineye indirgemek mümkün mü? Anılarımız, bir USB bellek ile kıyaslanabilir özellikte midir? Nanoteknoloji, hiper-hızlı kendi kendini yenileme ve hiper-hızlı kendi kendine organizasyon gibi teknolojileri mümkün kılabilir mi? Kuantum bilgisayarlar, bugüne kadar var olmuş bütün insanların toplam zekasından kat kat daha zeki hale gelebilir mi? Bir makina hissedebilir, şahsi emellerine göre tercihlerde bulunabilir, duygulara sahip olabilir, insanları kontrol edebilir ve hepsinden önemlisi, kendine ait bir “benliğe” sahip olabilir mi? Bu yazımızda bu sorulara değinecek ve modern bilimin ışığında bazı bilgiler vereceğiz.

Transcendence ile ilgili, tıpkı Yıldızlararası’nda olduğu gibi birçok olumlu ve olumsuz eleştiri geldi. Birçok bilim sitesinde, yine tıpkı Yıldızlararası örneğinde olduğu gibi, birbirine tamamen zıt başlıklar atıldı: Bir bilim sitesi, “Transcendence’ın olmayan bilimi” başlığını seçerken, bir diğeri “Transcendence’ın bilimi hiç de uzakta değil!” başlığını tercih etti. Bu son derece anlaşılır, çünkü yapay zekayı henüz çok az tanıyoruz. Halen halk arasına inmiş bir tartışma konusu değil. Bilim, adım adım sinirbilim, robotik ve yapay zekanın derinliklerine ilerlerken, halk halen 150 yıl öncesinin evrim, Büyük Patlama, vb. tartışmalarıyla boğuşuyor. Bu durum, bilimin konumuyla toplumun ve bilimsel algının konumu arasında uçurum yaratıyor. Bu yazımızda, çeşitli açılardan konuyu analiz ederek bu uçurumu birazcık doldurmaya çalışacağız. Bu noktadan itibaren yazımızda çeşitli derecelerde film bilgileri (spoiler) yer alacaktır.

Giriş

Transcendence
Dr. Caster

Filmin kısa ve öz bir özetiyle başlayacak olursak: Transcendence filminde, Dr. Will Caster, Evren’in sırlarını merak eden bir bilim insanı olarak gösterilmektedir. Amaçları, bilince sahip olan bir bilgisayar üretmektir. “Teknolojik tekillik” olarak da bilinen, “üstünlük” (transcendence) seviyesine ulaşmak amaçtır. Bu seviyede insanın biyolojik evrimi, teknolojik bir boyut kazanarak tamamen yeni bir boyuta taşınmaktadır. Ancak bu tür teknolojilerin popüler hale gelmesi, tıpkı bugün evrim düşmanları olması gibi, teknoloji karşıtlarını doğurmuştur. Bunlardan bazıları militanlaşarak bu sahada çalışan bilim insanlarını öldürme planları yürütür ve gerçekten birçoğunu ortadan kaldırırlar. Dr. Caster da bu saldırılar sırasında yara alır ve 1 ay kadar ömrü kalacak şekilde polonyum zehirlenmesine maruz kalır.  Böylece bir çözüm olarak, Caster’ın bütün zihnini bir kuantum bilgisayara yükleme kararı alırlar. Bedeni ölse de, bilinci yaşamayı sürdürecektir. Başarıyla tamamlanan bu aktarım, kontrolden çıkarak çok güçlü bir hale gelir. Nanoteknolojiden, kuantum bilgisayar sistemlerinden ve aşırı üstün bir yapay zekadan gücünü alan Dr. Caster’ın bilgisayar ortamındaki bilinci, sadece 2 sene içerisinde müthiş teknolojiler geliştirir.

Bunlar arasında hiper-hızlı kendi kendini yenileyen malzemeler ve dokular gibi sistemler de vardır. Hatta yaralı insanları tedavi edip, onların beyinlerine hükmetmeyi sağlayacak müdahaleler bile mümkündür. Dahası, nanoteknolojiyi kullanarak “nanit” adı verilen nano-robotlar, tüm akarsu ve atmosfer sistemleriyle Dünya’ya yayılır. Bu nanitler, Dr. Caster’ın bilincinin minik birer parçaları gibidirler. Doğrudan doğayla iletişim kurabilmesini ve doğayı değiştirebilmesini sağlamaktadır. Ancak Dr. Caster’ın eşi ve eski iş arkadaşları bu gidişattan korkarlar; çünkü Dr. Caster’ın eskiden olduğu gibi olmadığını, bilgisayara aktarılmış halinin bir “hata” olduğunu, Dünya’yı ele geçirip herkesi kendi kölesi olacak robotlar haline getirmek istediğini fark ederler. Aşırı güçlenen sistemin durdurulması gerektiğini düşünürler ve sonunda bir bilgisayar virüsü kullanarak bu zekanın ortadan kaldırılması sağlanır. Ancak bu virüs, aynı zamanda tüm elektrikli sistemleri de ortadan kaldırır ve Dünya elektriksiz bir gezegen haline dönüşür. Filmin sonunda, sanılanın aksine Dr. Caster’ın Dünya hakimiyeti peşinde olmadığı, tıpkı eşinin yıllardan beri istediği gibi, sadece gezegenin ekosistemini kurtarmayı hedeflediği anlaşılır. Dahası, Dr. Caster’ın eski evinde kurulan bir Faraday kafesi nedeniyle, virüsün bu hiper yapay zekanın tamamını ortadan kaldıramadığı ve Dr. Caster’ın bir parçasının halen doğa içerisinde korunmuş nanitlerle sakladığı fark edilir. Film bu şekilde sonlanır.

Yapay Zeka “Bu Kadar” Güçlenebilir Mi? Korkmalı Mıyız?

Transcendence
Filmde Johnny Depp’in (Dr. Caster) bilgisayara aktarılmış görüntüsü…

Bu soruya yanıt vermesi gerçekten oldukça güçtür. Çünkü “bu kadar”dan kastın ne olduğunun açıklanması gerekmektedir. Şu an için filmde gösterilen birçok şey hayal ürünü gibidir. Fakat her biri, sağlam bilimsel temellere dayanan teknolojilerdir. Örneğin kuantum bilgisayarların gerçekten de çok kısa bir süre içerisinde insan beyninin işlem kapasitesini katlayacak bilgisayarlar haline geleceği umulmaktadır. Şu andaki süperbilgisayarlarımızdan bazıları, gerçekten de insan beyninden daha hızlı ve fazla işlemi bir arada yapabilmektedir! Fakat bunlar, filmde de gösterildiği gibi koca bir bina boyutundadırlar. Unutmamak gerekiyor ki, şu anda evlerimizde ve hatta ceplerimizde kullandığımız bilgisayarlar, ilk başta koca bir laboratuvar büyüklüğündeydi. Dolayısıyla bu sistemlerin ceplerimize girecek kadar küçülmeleri için herhangi bir engel bulunmuyor gibi gözüküyor. Çok yakın gelecekte ceplerimizde dolaştırdığımız telefonlar, aynı zamanda katrilyonlarca işlemi birkaç milisaniyede yapabilecek kadar gelişebilir!

Peki bir bilgisayarın işlem kapasitesinin yüksek olması, onun “zeki” olduğu anlamına gelir mi? Bu, on yıllardır bilim insanlarını ve filozofları meşgul eden bir sorudur. Çünkü zekanın ne olduğunu halen tam olarak tanımlayamıyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey varsa; o da bileşenlerinden en azından bir kısmının “işlem kapasitesi” ile ilgili olduğudur. Eski bir hesap makinesine hangi yazılımı kurarsanız kurun, asla zeki olamayacaktır. Çünkü işlem gücü çok düşüktür. Fakat gelecekte binlerce kuantum bilgisayarın birleşmesinden meydana gelen ve bugüne kadar yaşamış bütün insanların ve var olmuş bütün bilgisayarların toplam işlem gücünden trilyonlarca kat güçlü bir hiperbilgisayarın analitik zekaya sahip olmaması için bir neden yok gibi gözüküyor.

yapay zeka

Buradaki anahtar sözcük, “analitik zeka”dır. İnsan beyninin sosyal zeka, duygusal zeka, analitik zeka gibi birçok alt zeka türünün sinerjik bir bütünü olduğu düşünülmektedir. Sinerji, bir sistemi oluşturan parçaların üst üste eklenmesiyle değil, bir arada çalışmasıyla, her birinden daha güçlü bir sonucun oluşması demektir. Yani bu zeka parçaları, birbirinden izole parçalar olarak görülmemelidir. Beynimizin her parçası bir arada çalışır; ancak bazı sinyallerin ürettiği tepkiler, bazı diğerlerinin ürettiği tepkilerden tespit edilebilir ölçüde farklıdır. Örneğin üniversitede aldığınız bir dersi geçemeyeceğinizi bilmenizden ötürü bırakmanız gerekiyorsa, ancak sınıfınızda aşık olduğunuz kişi varsa, beyninizin alt birimlerinin ürettiği cevaplar birbirinden farklı olacaktır. Bunlardan üstün gelen cevap, genellikle tepkimizin hatlarını belirleyen davranış olacaktır. Örneğin böyle bir durumda analitik zekanız tamamen rasyonel düşünerek dersi bırakmanız gerektiğini söylerken, duygusal zekanız aşık olduğunuz kişiyle teması daha yakından sürdürebilmeniz için, kendinizi zorlamanız gerektiğini söyleyebilecektir. Beynimizdeki kararsızlıklar, bu şekilde farklı cevapların çatışmasından kaynaklanır.

Yapay bir zeka, eğer ki kendi yazılımını değiştirme becerisine sahip değilse, nasıl programlandıysa öyle davranacaktır. Genellikle bilim insanlarının yapay zekadan bahsederken sözünü ettikleri, müthiş bir analitik ve rasyonel zekadır. Yani böyle bir zekanın duyguları olmaz; sadece katı bir mantığı olur. Örneğin bir çocuk bir tabancayla oynarken babasını yanlışlıkla vuracaksa, bunu durdurmak için düşünmeksizin çocuğun elini kırabilecektir. Çünkü rasyonel düşünce, eğer yapılabilecek başka bir şey yoksa, bir çocuğun elinin kırılmasının, babanın potansiyel ölümünden daha risksiz olduğunu söyler. Fakat birçoğumuz, bir çocuğa zarar vermenin duygusal yükünü bileceğimiz için, çocuğa da zarar vermeden silaha müdahale etmeye çalışabiliriz. Bu da çoğu zaman ya müdahale eden kişi olarak bizim hasar görmemize neden olabilir ya da sonucu değiştiremeden çocuğun tetiği çekmesine neden olabilir. Ancak bu, duygusal zekamızın zayıf veya işlevsiz olduğu anlamına gelmez. Örneğin rasyonel zekamız, spesifik bir kişiye karşı duygularımıza rağmen birden fazla kişiyle seks yapmamızın mantıklı olacağını söyleyebilir. Fakat duygusal zekamız bunu engelleyerek, toplumsal normlara uymamızı, böylece toplumun ve aile yapısının bütünlüğünü korumuş olur. Benzer şekilde duygusal zekamız, kendimizi ifade etmemizde büyük bir role sahiptir. Makinalarda duygu konusuna az sonra döneceğiz.

yapay zeka

Bu alt başlıktaki soruyu cevaplayacak olursak: evet, muhtemelen yapay zeka, hayal edebileceğimizden çok daha üstün hale gelebilir. Bizler için haftalar boyu analiz gerekirken, bir hiperbilgisayar milisaniyeler içinde tüm borsanın değerlerini analiz ederek, farklı değerleri birbiriyle karşılıklı değerlendirerek, en yüksek ihtimalli stoğa oynayarak tüm ekonomik gücü eline geçirebilir. Bizim birkaç saat sonrasının hava durumunu, veri yetersizliğinden ötürü analiz edemememiz bir yana dursun, yeterli veri sunulduğu takdirde, haftalar sonrasının hava durumunu kusursuza yakın bir şekilde tahmin edebilir. Bizlerin sınırlı zekasını aşarak, bilimin tıkandığı noktalarda kendi keşiflerini yapabilir ve bizim teknolojimizi kısa sürede egale edebilir. Çünkü tüm bunlar, hiçbir duyguya gerek olmayan, salt veri analizinden elde edilen sonuçlardır. Bu sebeple sosyal veya duygusal bir zekaya ihtiyacı yoktur. Analitik zeka, ona neredeyse her şeyi verebilir.

Hatta filmde gösterilen “anti-teknoloji militanları” bile, günümüzde yavaş yavaş doğmaya ve örgütlenmeye başlamıştır. Evet, bunlar filmde gösterildiği gibi “haydutlar” değildiler (henüz); ancak yine de militan kabul edilebilecek bazı kişi ve gruplar daha şimdiden aktive olmuşlardır. Örneğin 2010-2012 yılları arasında İtalya, Meksika ve İsveç’teki bazı bilim insanlarının araştırmalarını yürüttükleri bilgisayarlar korsan saldırılara uğrayarak etkisiz hale getirilmiştir. Benzer şekilde, “Unabomber” lakabını kullanan matematikçi, filozof ve seri katil Ted Kaczynski, son zamanlarda giderek artan bir üne sahiptir ve teknoloji karşıtı söylemleriyle bilinmektedir. Stephen Hawking, bu konuda şunları söylemektedir:

“Yapay zeka yaratmak konusundaki başarımız, insanlık tarihindeki en büyük olay olabilir. Ne yazık ki, eğer ki risklerinden kaçınmazsak, aynı zamanda insanlık tarihindeki son olay da olabilir.”

Yapay Zeka Duygulara Sahip Olabilir mi?

Peki bir yapay zekanın duyguları olamaz mı? Teorik olarak olması mümkündür. Çünkü duygular da, beynimizdeki belli bağlantıların aktivasyonu ve etkileşiminin sonucunda doğan, hormonal bir tepkidir. Bu yolakların bir yapay zekaya kodlanması, onun da benzer durumlarda, kendi deneyimlerine ve hafızasına bağlı olarak çeşitli duygular yaşamasını sağlayabilir. Fakat buradaki sorun, beynin modellenmesi, bilgisayar ortamına aktarılması ve kodlamanın, beynimizi taklit edecek şekilde yapılabilmesindedir. Bu, çok zorlu bir süreçtir ve detaylarına az sonra döneceğiz. Bu konuda anlaşılması gereken kilit nokta, duyguların özel bir statüsü ya da özelliği olmamasıdır. Beynimize gelen veriler ışığında çeşitli değişimler yaşanır ve bu değişimlere tepki olarak, bazı hormonlar salgılanır. Bu hormonların dengesindeki değişim, yine beyin tarafından “duygu” olarak algılanır. Dolayısıyla bu süreç, adım adım takip edilebilecek olursa, bir robota da uyarlanabilir. Fakat henüz bu noktada değiliz; çünkü amaç, duygulara sahip olabilen bir robot yaratmaktan ziyade, beyni taklit edebilen bir sistemi inşa etmektir. O noktadan sonra duyguları üretmek çok da farklı ve zor olmayacaktır.

Bu noktada, sık düşülen şu hata da anlaşılmalıdır: yapay bir zekanın duygulara ihtiyacı yoktur. Bir diğer deyişle, duygularının olmaması, onu eksik bir zeka kılmaz. Çünkü ondan beklenen şey zaten birine aşık olması ya da tuttuğu futbol takımı kaybettiğinde gözyaşı dökmesi değildir. Bir yapay zekadan beklenen, muazzam miktarda veriyi anında işleyerek olası tüm sonuçları öngörerek en rasyonel adımları atmasıdır. Bu sebeple, duygular yapay zekanın erişimi dışında olsaydı bile, bu yapay zeka için bir eksiklik olmazdı. Yapay zeka konusunda bile insan-merkezci (antroposentrik) yaklaşmaktayız. Fakat bir robot, bir insan olmak zorunda değildir. Bunu görmemiz gerekiyor. Kaldı ki, söylediğimiz gibi, duyguların en azından temel bağlamda bir robota kodlanamaması için herhangi bir sebep görülmemektedir. Tek sorun, henüz beyni ve bağlantılarını tam olarak anlamadığımızdır. Fakat bu, bir zaman ve araştırma sorunudur. Yıllar geçtikçe daha da mümkün ve sıradan bir hale gelecektir. “Güçlü Yapay Zeka” denen, insan sınırlarını aşıp, kendi düşüncelerine, fikirlerine ve bilince sahip olan bu tür yapay zekanın 15 ila 30 yıl uzağımızda olduğu tahmin edilmektedir.

Bir Zihni Bilgisayara Aktarabilir miyiz?

Filmde beynin haritasını çıkarmak için kullanılan özel elektrotlar ve sistem…

Yine çok zor bir soru; ancak yine, teorik olarak mümkün. Bu konudaki nihai sorun, bilgisayara aktarılan zihnin, bedende kalacak zihinle birebir aynı olmayabileceğidir. Yani aynı zeka, birebir haliyle, orijinal bedeni içerisinde kalacak olsaydı, bilgisayara aktarılan zekaya kıyasla 10 yıl sonra yapabilecekleri birebir aynı olmayacaktı. Fakat bu oldukça anlaşılırdır: sonuçta ortam değişmektedir ve zihin, adeta “kopyalanmaktadır”. Fakat kopyalanma sonrası beynin deneyimlediği her unsur, bedende olduğundan farklı olacaktır. Unutmamak gerekir ki beyin, etraftaki süreçlere göre kendisini şekillendirip değiştiren bir organdır. Dolayısıyla bilgisayar ortamına aktarılmış bir zihnin deneyimledikleri, beden içinde kalandan tamamen farklı olacaktır. Zaten Transcendence filminin yakalamak istediği temel “öz” de budur: bilgisayara aktarılarak insan beyninden daha güçlü bir işlem kapasitesi verilen bir zihnin (beyin faaliyetlerinin toplamının) geçireceği farklılaşma, “üstün” bir boyutta olacaktır. Filmin adındaki “üstünlük” de buradan gelmektedir.

Ancak elbette bir beynin bilgisayara aktarılması konusunda belli başlı sıkıntılar vardır. Bunlardan başlıcası, beynimizde yer alan 86 milyar nöronun sadece bağlantılarını değil, ayrıca bütün hücresel, hücre altı ve hatta atomik ve atom altı özelliklerini modellemek gerekmesidir. İşte bu nedenle bir hiperbilgisayara ihtiyaç duyarız: şu anda var olan bilgisayarlarımız, ancak hücre seviyesinde modellemeye izin vermektedir. Organel, atom ve atomaltı seviyelere inerek modelleme yapmamıza izin verecek işlem gücüne sahip değiliz. Bu durum, bizi durdurmaya yetecek değildir. Hatta tam tersine, 2014 yılında bazı araştırma grupları fareler ve solucanlar başta olmak üzere bazı hayvan türlerinin beyinlerinin bir kısmını tamamen bilgisayar ortamında modellediklerini ilan etmişlerdir. Aynı sene içerisinde Avrupa Komisyonu, İnsan Beyin Projesi’ne, beyni bir silikonda (bilgisayarda veya çipte) modellemek için 1.3 milyar dolar fon ayırmıştır! Bu teknolojiler, geleceğin gerçeklerdir. Ufak adımlardır; ancak yine de “adım”dırlar.

Bilgisayar/Makina Görüşü: Görüntüleme ve Görsel Analiz Teknikleri

Filmdeki yapay zekaya işlem gücünü veren kuantum bilgisayarlar… On binlerce kuantum çip bir araya gelerek işlem gücünü sağlamaktadır.

Film içerisindeki yapay zeka ürünleri, etraflarını kameralar kullanarak görüntülemektedir. Film, bu konuda son derece isabetlidir. Modern teknolojileri ve onların uzantılarını doğru bir şekilde yansıtabilmektedir. Günümüzde kameralar ve makina görüşü, bir fotoğraf albümündeki fotoğraflar içerisindeki yüzleri tanıyıp kategorize edebilir, park yerinize giren şüpheli bir arabayı tespit edip sizi uyarabilir, bir dizi 2 boyutlu fotoğraf kullanarak bir ortamın 3 boyutlu görüntüsünü çıkarabilir. Hatta filmde gösterildiği gibi, yüz tanımlama, yüz ifadelerinin tespiti, duygu analizi ve cerrahi aletlerin kontrolü de kameralarla yapılabilmektedir. Son zamanlarda bu uygulamalar giderek yaygın hale gelmektedir. Örneğin Facebook ve Google gibi firmalar, görsel analiz konusunda giderek kapsamlı çalışmalar yürütmektedirler. Birçok araştırma laboratuvarı, yüz analizi sayesinde giriş çıkışları takip etmektedir. Hükümetler ve polis, güvenlik kameralarını kullanarak şüphelilerin yüzlerini kalabalık bir ortamda bile tespit edebilmektedirler. Bilgisayarlar bunu 2 adımda yaparlar: bir görsel veriyi öncelikle şekil ve desen gibi “yerel tanımlayıcılar” denen parçalara bölerler. Sonrasında bu tanımlayıcıları kullanarak bir veri tabanıyla kıyaslayabilirler. Elbette veri miktarı ne kadar fazlaysa, işlem de o kadar zorlaşır.

İşte bu nedenle süperbilgisayarlara ihtiyaç duyulmaktadır. Genellikle veritabanı üzerinden kıyaslamalar, belli bir yüzde benzerlik üzerinden yapılır. Çoğu zaman %100 uyuma erişmek mümkün olmaz; fakat yine de çok isabetli sonuçlar elde etmek mümkündür. Tabii bu konuda bir diğer sorun, veritabanının yeterince geniş olması ve aranan şeyin o veritabanında bulunmasıdır. Filmde bir fotoğrafa bakarak bireyi tanıyan yapay zekaya hayranlık duyulmaktadır. Ancak bu, günümüz koşullarında şaşırılacak bir şey değildir. Örneğin o tür bir sahneyi daha ilgi çekici hale getirmek için, yapay zekanın baktığı bir fotoğrafta tanımadığı bir kişiyi belirtmesi ve onunla tanışma isteğini dışavurması kullanılabilir. Duygu analizi konusunda ise henüz tam olarak filmde gösterilen noktada değiliz. Filmde, Dr. Caster’ın eşi, yapay zeka tarafından anında “üzgün” ve “muhtemelen yalan söylüyor” olarak tespit edilebilmektedir. Bu henüz bu kadar isabetli şekilde yapılamasa da, birkaç yıl içerisinde fazlasıyla mümkün olacağı söylenebilir. Günümüzdeki bilgisayarlar yüz ve vücut hareketlerine bakarak, veritabanlarındaki duygular ile kıyaslarlar. Hatta bu veritabanındaki duyguları bir araya getirerek, veritabanında bulunmayan diğer duyguların çıkarımı da ileride mümkün olacaktır.

Veritabanları: Bir Robotun Hafızası

tibbi robotlar

Çoğu zaman yapay zeka filmlerinde, robotların sınırsız bir hafızaya sahip olduğu varsayılır. Bu, pek isabetli bir tahmin olmasa da, yeterli büyüklükte bir harici disk kullanımı veya internet bulut (cloud) sistemlerine erişimle bu sorun fazlasıyla çözülebilir. Dolayısıyla bir robotun hafızasını yanında taşımasına gerek yoktur. İnternete bağlanarak, tüm verilere anında erişebilir.

Tıpkı biyolojik organizmalarda olduğu gibi, robotlar da öğrendikleri ve deneyimledikleri şeyleri hafızalarında tutabilirler. Kategorize ederek sakladıkları bu hafızaları, uygun bir durum oluştuğunda geri çağırarak kullanabilirler. Bu araştırmalar, beynimizin de hafızaları kategorize ederek sakladığı fikrine dayanmaktadır. Alınan oldukça isabetli ve verimli sonuçlar, varsayımımızın doğru olduğunu göstermektedir. Ayrıca yapılan bazı sinirbilim çalışmaları, beynin gerçekten de adeta bir bilgisayar dosyası gibi, hafızaları klasörler ve dosyalar halinde, iç içe ve ayrı olarak sakladığını, yeri geldiği zaman bunları karmakarışık bir ağ içerisinden çağırabildiğini doğrulamaktadır.

Hafıza, zekanın ana bileşenlerinden birisidir. Bir insan bebeğinin büyüdükçe zekileşmesinin ana nedenlerinden biri, deneyim miktarının artmasıdır. Elbette gelişimle birlikte sinir bağlantılarının karmaşıklaşıp güçlenmesinin de büyük rolü vardır; ancak bu, büyük resmin sadece bir parçasıdır. Etrafını sürekli gözleyen, deneme-yanılmalar yapan, yeni deneyimler edinen bebeğin hafızası da hızla gelişir. Bu, tıpkı robotlarda olduğu gibidir: veritabanı ne kadar büyükse, sonuçlar o kadar isabetli, davranışlar o kadar karmaşık olacaktır. Bu sebeple bir robotun sahip olduğu hafıza, onun yapabileceklerini sınırlandıran başlıca unsurlardan birisidir (diğerinin işlem gücü olduğunu hatırlayınız).

Zeki Sistemler

robot

Filmde ele alınan en önemli konseptlerden birisi, “Güçlü Yapay Zeka” olgusudur. Daha önce de izah ettiğimiz gibi bu, insan zekasını ve işlem kapasitesini aşabilen sistemlerdir. Bu sistemler, günümüzün giderek sıradanlaşan gerçekleridir. 1997 yılında IBM’in Derin Mavi (Deep Blue) isimli zeki bilgisayarı, Dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov’u yenmeyi başarmıştır. İşte burada, yine, analitik zekanın duygusal zeka ile karşı karşıya geldiğini görüyoruz. Satranç, tamamen matematiksel bir oyundur ve hamleleri öngörebilmekle ilgilidir. Fakat satrancın, karşı tarafın duygusal durumunu analiz edip, önceki hamlelerine bakarak hangi hamleleri yapmaya daha yatkın olduğunu duygusal olarak analiz edebildiğimiz bir tarafı da var mıdır? Eğer ki varsa, bu bir bilgisayar tarafından yapılabilir. Hem de bizden kat kat yüksek isabetle. Örneğin satranç değil de, daha fazla hile yapmaya ve insan faktörüne izin veren poker gibi bir oyunu ele alacak olsaydık, yine bir zeki sistemin insanı rahatlıkla alt edebileceğini görürdük. Çünkü bir robot, bireyin en ufak rahatsızlıklarını, şaşkınlıklarını, heyecanını analiz ederek çıkarımlar yapabilir.

Örneğin termal kameralar ve süperhızlı kameralarla donatılmış bir robot, rakibinin kalp ritmindeki en ufak değişimleri yakalayabilir, vücut sıcaklığına bakarak rahatsızlık durumunu tespit edebilir. Dahası, rakibinin daha önceden oynadığı binlerce oyunu analiz ederek, benzer bir kart dağılımı durumunda ne tür bir hamle yapmayı tercih ettiğini tespit edebilir. Böylece hamlesini belli bir yüzde dahilinde öngörebilir. Rakibini yenebilir ya da yenemez, bu ayrı bir konudur. Ancak zeki bir bilgisayar, şans faktörünü sıfıra yakına indirebilir ki arzulanan da budur. Tahminlerimizi, varsayımlarımızı, şans faktörüne dayalı adımlarımızı, süperzeki bilgisayarlar kullanarak en aza indirmek… Örneğin 2011 yılında yine IBM tarafından üretilen Watson, bir genel kültür yarışması olan Jeopardy (Risk) isimli yarışmada, insan yarışmacıları yenmeyi başarmıştır. Watson, Deep Blue’ya kıyasla çok daha geniş kapsamlıdır ve çok daha güçlü bir zekaya sahiptir. Watson, Risk oyununu oynarken erişebildiği 200 milyon sayfalık İngilizce yazılı metinleri tarayarak, sorulan soruların cevaplarını buradan anında çekebilmektedir. Düşünün ki beyniniz her an Google’a ve Wikipedia gibi kaynaklara bağlı… İşte Watson’ın ve gelecekteki yapay zeka ürünlerinin yapabileceği tam olarak budur. Her sorunun cevabı onlara basittir, her problemin çözümü sadece birkaç milisaniyelerini alır.

Peki ya felsefe? Etik? Ahlak? Bir robot bunları öğrenebilir mi?

Yapay Zeka Dahilinde Benlik, Bilinç, Etik, Ahlak ve Felsefe

Şu anda benliğin ve bilinç algısının nasıl oluştuğu tam olarak bilinmemektedir. Beynimizde oluştuğundan eminiz. Beynimizdeki belli bölgelerin, özellikle “ilişkilendirme alanları” denen bölgelerin dahil olması sonucunda oluştuğundan da eminiz. Belli başlı sinir yolakları susturulduğunda, bilincin tamamen kapatılabileceğini ama beynin geri kalanının normal şekilde çalışabileceğini de biliyoruz. Fakat halen tam olarak nasıl bilincin algılandığını bilemiyoruz. Bunun nedenlerine az sonra daha kapsamlı olarak geleceğiz. Burada soru şudur: Bir robot Dünya’nın bütün bilgilerine sahip olsa bile, bir elmanın neden kırmızı olduğu sorusu üzerine kafa yorabilir mi? Bir robot, elmaya kırmızı rengi veren pigmentleri herhangi bir insanın izah edebileceğinden çok daha kapsamlı olarak bilebilir ve anlatabilir. Elmanın nasıl evrimleştiğini, tüm basamaklarını anlatarak, sahip olduğumuz bilimsel veriler dahilinde işleyebilir. Ancak neden elma kırmızı olmak durumundadır, neden pembe elmalar yoktur sorusuna kafa yorabilir mi?

Watson isimli yapay zeka örneğine dönecek olursak, ilginç bir vakayla karşılaşırız: Watson, Risk oyununun final sorusunu yanlış bilmiştir. Yarışmada belli kategoriler altında bazı bilgiler verilmektedir. Bu bilgilerden yola çıkarak, bilginin neye işaret ettiği, bir soru formunda yanıtlanmalıdır. Örneğin “besinler” kategorisinde yarışırken, “Kütür kütür, sulu, Dünya’nın en büyük teknoloji firmalarından birinin logosu olan meyve.” bilgisi verildiğinde, doğru cevap “Elma nedir?” olmalıdır. Watson’a finalde, “Amerikan Şehirleri” kategorisinde, “Sınırlarındaki en büyük havaalanı, bir İkinci Dünya Savaşı kahramanın adını taşımaktadır; ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük ikinci savaşının yaşandığı yerdir.” bilgisine, O’Hare Havaalanı ve Midway Savaşı’ndan ötürü “Chicago nedir?” demesi gerekirken, “Toronto nedir?” demiştir! Toronto, Kanada’da bulunan bir şehirdir, ABD’de bile değil!

Watson, Risk oyununda iki insan rakibe karşı…

Watson projesinin yürütücüsü David Ferucci, bunun sebebine yönelik bir analiz yapmıştır ve nedeninin, halen “sağduyu” konusunda yapay zekanın eksikleri olduğunu belirtmiştir. İnsanlar için genellikle “Amerika” ve “ABD” aynı şeydir. Ancak aslında Amerika bir kıta (hatta 2 kıta), ABD ise Kuzey Amerika kıtasındaki bir ülkedir. Ancak “Amerikan şehirleri” dendiğinde, Watson sıradan insanların aksine, tüm kıtayı düşünmüştür. Bilgisayarın kafasını karıştıran ise, şans eseri bazı durumların denk düşmesidir: Doğru cevap olan Chicago’nun bağlı olduğu Illinois eyaletinde, Toronto diye bir kasaba vardır (havaalanı olmasa da). Ayrıca Kanada’daki Toronto’da da, “Amerikan Ligi Baseball takımı” vardır. Bu verilerin birbirine karıştırılması, Watson’ı yanıltmıştır. Görülebileceği gibi duygusal zekanın eksikliği, analitik zekayı aksatmaktadır! Toplumsal bir bilince ve kültüre sahip olmayan makina, insanların sağduyularına yenik düşebilmektedir. Bu çözülemez bir sorun mudur? Değildir. Çoğu zaman bu tür projelerde katı algoritmalar kullanılarak bilgisayarın veri analizi yapması sağlanır. Ancak eğer ki tıpkı bizim büyürken birçok şeyi deneyimlememiz ve bu tür yarışmalarla ilgili belli sağduyuları kazanmamız gibi, robotlar da daha uzun zaman dilimlerinde eğitilerek, belli sağduyulara sahip olabilirler. Bu, tamamen kazanılan esneklikle ilgilidir. Katı bir veri işleme, bir miktar sağduyudan yoksun kaldığında hatalara düşebilir. Ancak sağduyunun elde edilmesi imkansız değildir. Sadece deneyimleri ve daha esnek algoritmaları gerektirir.

Peki, orijinal sorumuza dönecek olursak: bir robot, etikle ilgili ya da örneğin varoluş felsefesiyle ilgili kafa yorabilir mi? Buna şu etapta yanıt vermek çok zor. Fakat imkansız olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü insanların da, bu tür felsefi konularla ilgili belli düşünce zincirleri vardır. Birdenbire sonuçlara ulaşmaz, sorgulamalarımızı kaotik bir şekilde yapmayız. Sistemli şekilde sorular sorup, eldeki verileri analiz edip, onlardan anlamlı sonuçlar çıkarmaya çalışırız. Bu, yüksek bir zeka fonksiyonudur ve bu nedenle, birçok diğer zeki hayvan, zeki olmasına rağmen bunu yapamaz. Fakat sözünü ettiğimiz bir robotsa, örneğin birkaç ay boyunca sayısız felsefi münazarayı izleyerek, felsefi yorumlar yapmak, düşünce zincirlerini kategorize etmek, mantıklama algoritmalarını yakalayıp kullanmak gibi yeteneklere erişebilir. Tabii ki tüm bunlar için, robotların kendilerini geliştirebilecekleri algoritmalara ihtiyaç vardır. Bu nedenle bunlar, çok kolay olmayan, ancak gelecekte olması imkansız da olmayan konulardır.

Unutulmaması gereken bir nokta, yapay zekanın “insan” formunda olmak zorunda olmayışıdır. Bir bilgisayar algoritması, bir bilgisayar programı ya da basitçe internet üzerinde çalışan bir yazılım bile olabilir! İlla bir robota yüklenmesine gerek yoktur. Bir bedene sahip olmak zorunda da değildir.

Filmde bu konu, zekice işlenmektedir ki bu, Güçlü Yapay Zeka ile Zayıf Yapay Zeka arasındaki çizgiyi de belirlemektedir: Zayıf Yapay Zeka, kendisine ait düşünceleri olmayan, sadece emirleri uygulayan; ancak insandan yüksek kapasiteye sahip yazılımlardır. Zayıf Yapay Zeka her zaman köle konumundadır. Güçlü Yapay Zeka ise efendi olma potansiyeline sahiptir. Filmde, yapay zekanın gücünü anlamak için, ona şu soru sorulmaktadır: “Öz bilince sahip olduğunu ispatlayabilir misin?” Yapay zekanın (filmde ismi “fiziksel olarak bağımsız nöral ağ” ya da kısaca PINN’dir) verdiği cevap ise, takdire şayandır: “Bu gerçekten zor bir soru. Sen ispatlayabilir misin?”

Öz bilinç, insanların da şu anda bulunduğu farkındalık seviyesi olarak değerlendirilebilir. Bizler sadece etrafımızın farkında değiliz, aynı zamanda kendimizin de farkındayız. Hatta bunu bir adım daha öteye götürerek, kendimizin farkında olduğumuzun da farkındayız. İşte bu seviye, Güçlü Yapay Zeka ile hedeflenen noktadır. Düşünülene göre, bize bu algı gücünü veren unsur, son derece esnek olan beyin yapımızdır. Bu konunun detaylarına az sonra değineceğiz; ancak beynin evrimini incelediğimizde, belli bölgelerinin karmaşıklaşması, evrim tarihinde gözle görülür ve tespit edilebilir şekilde algısal sıçramalar yaratmıştır. Dolayısıyla öz bilinç gibi üst faaliyetler, vücuttan bağımsız unsurlar değil, beynin belli bölgelerinin (neokorteks veya frontal korteks gibi) karmaşıklaşmasının bir ürünü gibi gözükmektedir. İşte bu nedenle beyni anlamak, yapay zekayı yaratmak için kilit noktadır. Yeterince karmaşık ve esnek (plastisiteye sahip) bir beyin, kendisinin farkında olabilecek kadar yüksek bir algıya erişebilir.

Beyni Modellemenin ve Bilgisayar Ortamına Aktarmanın Zorlukları

Her ne kadar bu noktaya kadar olumlu bir tablo çizip, yapay zekanın her şeyi yapabilecek potansiyele sahip olduğundan söz etmiş olsak da, bu konuda bazı engeller de elbette bulunmaktadır. Örneğin, bu noktaya kadar insan beyninden sıradan yapılı ama güçlü bir bilgisayar olarak bahsettiysek de, bu tam olarak doğru değildir. Evet, beynimiz tamamen mekanik bir yapıdır, buna kuşku yok. Dolayısıyla gelecekte modellenmesi için doğaüstü ya da Evren’in/bilimin sınırlarını aşan tek bir tarafı bile yoktur. Fakat bu mekanik yapı, bildiğimiz makinalara tam olarak benzememektedir, sorun budur. Dolayısıyla “bilgisayar benzetmesi” sadece kötü bir yakınsamadır, konuyu anlatım kolaylığı için kullanılmaktadır. Beynimiz, daha ziyade gelecekten gelen (fütüristik) bir bilgisayar gibidir.

Beynimizde bulunan 86 milyar sinir hücresinin (nöronun) her biri 6.000 civarında bağlantıya (sinaps) sahiptir ve bu bağlantıların her birinin, bugüne kadar yapılan ölçümlere göre, saniyede 200 defaya kadar (200 Hz) sinyal iletim potansiyeline sahip olduğu görülmektedir. Beynimiz büyüklüğünde bir makinayla eşdeğer büyüklükte olup, onun kadar güçlü işlem kapasitesine sahip olan makinaların en geç 2050 civarında (21. yüzyılın ortalarında) icat edilebileceği öngörülmektedir. Dolayısıyla gelecek, hızla yaklaşmaktadır.

yapay zeka

Fakat bu tahminler, Moore Yasası denen bir teknoloji yasasına dayanmaktadır. 1965 senesinde Gordon Moore tarafından ileri sürülen bu yasaya göre, transistörler küçüldükçe, teknolojimiz hızlanarak gelişecektir. Bu nedenle teknolojinin evrimi, eksponansiyel olarak hızlanan bir evrimdir. Gerçekten de, bugüne kadar bu öngörü birebir doğrulanmıştır. Teknolojimiz, müthiş bir hızla gelişmektedir. Fakat Moore tarafından da görülen bir sorun vardır: transistörler küçüldükçe, atomik sınırlara ulaşmaya başlarız. Örneğin bir transistör (bilgisayarlar içerisinde işlem yapabilmemizi sağlayan minik çipler), ne kadar küçülebilir? 1 molekül boyutuna kadar mı? 1 atom boyutuna kadar mı? Atomdan daha küçük transistörler üretebilecek miyiz? Dahası bu kadar küçük seviyeye indiğimizde, artık mezo evrenden çıkarak, mikro/nano evrene girmiş olmaktayız. Bu boyutlarda bildiğimiz fizik yasaları, yerini kuantum yasalarına bırakmaktadır. Örneğin kuantum etkilerin (özellikle “kuantum gürültüsü” gibi etkilerin) şiddeti, bu seviyede inanılmaz fazladır ve bilmediğimiz sayısız sorunu doğurmaktadır. Bu engeller, teknolojinin hızını bir noktada kesecektir. Eğer ki bunları aşamazsak, teknolojimizin büyüme hızı sınırlanacaktır. Fakat unutmamak lazım ki, bilgisayarlardaki transistör devriminden önce de, bu tür endişeler bulunmaktaydı. Dolayısıyla bu engelleri aşmamamız için herhangi bir sebep yok.

Beyni modellemekle ilgili bir diğer sorun, bir bilgisayarın aksine, beyindeki bağlantıların sabit olmamasıdır. Nöronlar, sürekli olarak yeni bağlantılar kurarlar, var olan bağlantılarını keserler, bağlantı hızlarını ayarlarlar, kendi yapılarını değiştirerek farklı durumlara adapte olurlar. Buna rağmen, beynimizin işlevi aksamadan sürer. Örneğin bağlantılar değişirken, “kesintiler” yaşamayız. Sinyal iletimi sorunsuz bir şekilde devam eder. Tüm bunlar süregelirken, sinir hücreleri kendilerini tamir edebilirler. Bu süreçte, gliya adı verilen ve nöronları destekleyen yüz milyarlarca diğer hücre de görev alır. Günümüzde hiçbir devre bunu yapamaz. Çünkü hiçbir devre, organik ve canlı değildir. Dolayısıyla buradaki en temel sorun, kendi kendine organize olabilen devreler üretmektir. İşte nanoteknoloji, yani nano (metrenin milyarda biri) seviyede sürdürülen araştırmalar bu nedenle önemlidir. Bir nöronu taklit edebilen devreler yaratabilirsek, beyni modellememiz de mümkün olacaktır.

yapay-zeka

Bu konuyla ilgili bir diğer sıkıntı, bütün nöronları, nöronların bütün diğer nöronlarla etkileşimini, bu nöronların gliya hücreleriyle etkileşimini, nöronların kendi içlerindeki bütün faaliyetleri ve bu faaliyetlere neden olan bütün atom altı etkileri modellemektir. Bunu şu anda yapmamız imkansızdır; ancak gelecekte bu mümkün olabilir. Çünkü her ne kadar bir beyin kopyası yaratmak istiyorsak da, belki de beyni her seviyede modellememiz gerekmemektedir. Kendi kendine organizasyon gibi doğa yasaları, bu sorunun üstesinden gelmeyi sağlayabilir. Yani belli bir temeli oturttuktan sonra, süreç içinde yapılar kendilerini geliştirerek beyni daha iyi modelleyebileceğimiz hale dönüşebilirler. Sonuçta beyin de gökten inmemiştir. Evrimsel sürecin bir sonucudur. Evrimde her şey, kendisinden önceki daha basit formlardan gelir. Bu süreci hızlandırabilirsek, biz de doğa gibi, kendi beyinlerimizi yaratabiliriz.

Buna paralel olarak, yazı içinde daha önce de değindiğimiz bir diğer sorun doğmaktadır: bir beyni tamamen modelleyip, her bağlantısını göz önüne alarak bir bilgisayara aktarsak bile, o bilgisayardaki kişi, orijinal kişiyle aynı olmayabilecektir. Çünkü şu andaki beynimiz, bu yazının başındaki beynimiz ile bile aynı değildir! Bağlantılar değişmiştir, yeni bağlantılar kurulmuştur, var olan bağlantılar kopmuştur. Dolayısıyla bilgisayara aktarım sırasında harcanan zamanda bile, beyin değişecektir. Fakat bu tam olarak bir sorun olmayabilir: çünkü beyin, zaten değişmektedir. Bu değişimin beynin kendisinde olması veya bilgisayar içinde olması, özü itibariyle fark etmeyebilir. Evet, bilgisayara aktarılma sonucunda, aynı kişilik gelişim süreci gözlenmeyebilir. Fakat bu, kişinin tamamen başkalaşacağı anlamına gelmez. İşte Transcendence’ta bu konu, filmin sonunda harika bir şekilde anlatılmaktadır: kişi, kendi sınırlarını yapay zeka sayesinde aşabiliyor olsa da, kendisinden tamamen farklılaşmamaktadır.

Peki Ya Nanoteknoloji?

Nanoteknoloji Tevfik Uyar

Bu da, yapay zeka kadar büyük bir konudur ve çok sayıda detayı vardır. Ancak filmde, bu konunun biraz fazla abartıldığı söylenebilir. Sorun, nanoteknoloji sayesinde üretebileceğimiz kendi kendine iyileşen malzemeler gibi teknolojilerden ziyade, bunların kapsam ve hızıdır. Filmde, aşırı hızlı bir yenilenme, gelişme, ilerleme görülmektedir. Bu, fizik yasaları nedeniyle pek mümkün gözükmemektedir. Evet, kesildiği zaman kendisini iyileştiren malzemeler şu anda bile yapılabilmektedir. Ancak paramparça edilen bir Güneş panelinin birkaç saniye içinde kendini yenilemesi pek mümkün gözükmemektedir.

Bu konuyu film, nanit adı verilen nanorobotlarla çözmektedir. Ki bu, bizi yine transistör minyatürizasyonu sorununa getirmektedir. Şu anda mikro boyutta robotlar üretilebilmektedir. Bunlar, kabaca bir bit ya da saç kılı boyutunda olabilirler. Ancak nano boyuta inip, molekül seviyesinde robotlar üretmek şu anda çok zor gözükmektedir. Bunun sebebi, robotu oluşturan parçaların, kendisinden bile küçük olması gerekmesidir. Ancak nano seviyenin altına inmeye başladığınızda, artık atomik seviyeye inersiniz. Tek bir atomdan oluşan, işlevsel bir makina yapmak çok güçtür (en azından şu andaki teknoloji ışığında). Ola ki gelecekte atom altı parçacıklara (kuark ya da bozonlar gibi) hükmedecek teknolojilere sahip olursak, atomlardan makinalar üretmemiz de mümkün olabilir. Bu durumda, nanobotlar mümkün olacaktır.

İşte ancak böyle bir durumda, süper-hızlı yenilenme gibi teknolojilere erişebiliriz. Bu nanitlerin katrilyonlarcasına aynı anda hükmedebilecek kadar güçlü bir yapay zeka geliştirilebilirse, o zaman tüm gezegene hükmedebilecek, onu iyi ya da kötü yönde yönlendirebilecek bir sistem inşa edilebilir.

Kendi Kendini Kopyalayan, Düşünen, Öğrenen, Gelişen ve Evrimleşen Robotlar

yapay zeka

Son olarak, şu andaki robotik teknolojisinin nereye doğru gittiğine çok kısaca bakacak olursak… Kendi kendini kopyalayan makinalar, 3 boyutlu yazıcılar sayesinde mümkün olmuştur. Bir robot, 3 boyutlu yazıcı kullanarak, kendisinin parçalarını üretebilir ve kendi kendini kopyalayabilir. Hatta yapılan araştırmalar, 3 boyutlu yazıcılara yapay zeka vermeyi hedeflemektedir. Böylece kendi kendisinin tasarımlarını geliştirebilen makinalar üretilebilecektir. Robotların düşünebilmesine yukarıda detaylıca değinmiştik. Ancak bazı robotların bu konuda ne kadar ileri gittiğini görmek için, öğrenen robotlar incelenebilir. Bu robotlar, tıpkı makale içerisinde değindiğimiz gibi, önceki deneyimlerinden yola çıkarak, yepyeni bilgileri algılayabilirler. Örneğin, insanlar arasında yeterince bulunan veya yeterince görsel veriyi veritabanında barındıran bir robot, ona daha önce hiç öğretilmemiş görevleri yerine getirebilir. Bunun bir örneği, doğa ve insanlarla ilgili çeşitli videolar ve fotoğraflar izletilen bir robotun önüne su bardağı, 1 şişe su ve bardak altlığı konduğunda, daha önce hiç doğrudan karşılaşmamış olmasına rağmen, suyu açıp, bardağa doldurup, bardak altlığı üzerine bardağı yerleştirmeyi yapabilen robotlardır. Bunlar, kategorize ettikleri bilgiler içerisinden en uygun sonuçları seçerek yargılara varabilirler.

Daha önce de değindiğimiz gibi, öz bilinç ve sağduyu gibi konularda eksikleri olabilir; ancak zamanla bu sorunlar da aşılabilecektir. Dahası, günümüz robotları nesiller içerisinde evrimleşebilecek yapıdadır. Robot yazılımları ve bu yazılımları etkileyen parametreler, tıpkı canlı popülasyonları gibi değerlendirilerek, deneme-yanılma yöntemiyle en uyumlu kombinasyonlar seçilip gelecek nesillere aktarılabilir. Böylece her nesilde robot, atalarından daha uyumlu ve başarılı olacaktır. Bu, sözünü ettiğimiz öğrenme algoritmalarıyla birleştirildiğinde, canlı-benzeri bir gelişim ve evrimi mümkün kılmaktadır. Uzun lafın kısası, canlılara ait her bir özellik, yavaş yavaş robotlara aktarılabilmektedir. Bu araştırmalar şu anda birbirlerinden ayrı sahalar olarak yürütülmektedir. Ancak her biri yeterli olgunluğa eriştiğinde, bir araya getirilerek tekil robotlar üzerinde toplanabilecektir. İşte bu nedenle, bu tür bir robota “tekillik” adı verilmektedir. Her şeyi üzerinde barındıran, kendini kopyalayabilen, kendisinin farkında olan, düşünen ve kararlar alabilen, gelişebilen ve evrimleşebilen tek bir robot…

Polonyum Zehirlenmesi Acı Verici ve Yavaş mıdır?

Transcendence

Bu noktaya kadar olan konuyla biraz alakasız gözükse de, filmdeki bilgilerden bir diğerine de değinerek makalemizi sonlandıralım. Evet, filmde gösterilen zehirlenme ve ölüm türü doğrudur. Gerçi film açısından çok büyük öneme sahip değildir; ancak yine de bu tür bir zehirlenme, 2006 senesinde yaşanmıştır: Eski bir Rus güvenlik görevlisi olan Alexander Litvinenko, Polonyum-210 elementi ile zehirlenmiştir ve acı verici bir şekilde ölmüştür. Bu ölümden kimse sorumlu tutulamamıştır; fakat uzmanlar, bazı Rus ajanlarının Litvinenko’nun çayına radyoaktif elementi karıştırdığını ileri sürmektedirler. Film, bazı analistlere göre doğrudan bu olaya gönderme yapmaktadır. Filmde Dr. Caster, üzerine Polonyum elementi sürülmüş bir kurşun ile yaralanmakta ve bu nedenle ölmektedir.

Sonuç

Transcendence’ın yapay zeka konusunda son zamanlarda çizilen en isabetli çerçeveyi çizdiğini söyleyebiliriz. Birçok konuda, geleceğe gönderme yaparak şu anda mümkün olmayan ve yakın gelecekte mümkün gözükmeyen unsurlara başvurmaktadır. Ancak bir bilimkurgu filmi olarak, bunlar kabul edilebilir düzeydedir.

Bilincin bir bilgisayara aktarılması şu etapta pratik olarak mümkün gözükmemektedir. Ancak gelecekte, bunun yapılamaması için bir neden yoktur. Tek yapmamız gereken, sinirbilim araştırmalarına daha fazla fon ayırarak, beynin gizli dünyasını aydınlatmaktır. Bunu tam olarak yapabildiğimizde, yapabileceklerimizin sınırı olmayacaktır. O zamana kadar, yapay zeka konusuyla ilgili daha fazla kafa yormalı, olası sorunları öngörmeli ve bunları çözebilecek yöntemlere ulaşmaya çabalamalıyız.

Kaynaklar ve İleri Okuma:

Yazar: Çağrı Mert Bakırcı

Evrim Ağacı'nın kurucusu ve idari sorumlusu, popüler bilim yazarı ve anlatıcısıdır. ODTÜ'den mezun olduktan sonra, doktorasını Texas Tech Üniversitesi'nden almıştır. Doktora araştırma konuları evrimsel robotik, yapay zekâ ve teorik/matematiksel evrimdir. "Evrim Kuramı ve Mekanizmaları" ve "50 Soruda Evrim" kitaplarının yazarı, "Şüphecinin El Kitabı" kitabının eş yazarı, "Evrenin Karanlığında Evrimin Işığı" kitabının yazar ve editörüdür. Şu anda, ekibiyle birlikte, Evrim Ağacı, Kreosus ve birtakım diğer dijital projeleri geliştirmekte ve sürdürmektedir.

İlginizi Çekebilir

Okyanus Dünyaları Hipotezi: Ya Yaşam Kalın Buz Tabakalarının Altına Hapsolmuşsa?

İtalyan asıllı Amerikalı fizikçi Enrico Fermi, Manhattan Projesi kapsamında çalıştığı Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’ndaki meslektaşlarıyla …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et