bilim ve felsefe

Bilim ve Felsefe #2

Galieo Galilei (1564-1642) Dünyanın İki Esas Sistemi Üzerine Diyaloglar (1632) ile Hareket Kanunları ve Mekanik (1638) adlı eserleriyle bilimin yönünü değiştirmiştir. Bu çalışmalarının sonucunda klasik mekaniğin temellerini atmış ve güneş merkezli astronomi sisteminin fiziğini geliştirmiştir. Ayrıca teleskop, mikroskop ve termoskop aletlerini de icat etmiştir. Galileo, Kopernik’in sistemini ilerletmiş ve Kepler’in çalışmalarına da ilham vermiştir, fakat ne yazık ki çalışmaları 1890’lı yıllara değin toplanamamıştır. Çünkü Vatikan’ın aforoz ettiği bir isim olduğu için eserlerine el konulmuş ve kendisi de evinde hapis altında tutulmuştur. Değeri anlaşılmayan bir mahkum olarak hayata gözlerini yummuş; çalışmaları ise değeri bilinmeden yüzlerce yıl tozlu raflarda beklemiştir. Galilei’nin ve çağdaşı birçok aydının yaşadığı bu mezalim, İtalya’dan kaçışa ve dini kurumlara nefrete yol açmıştır; lakin diğer yandan da bilim ve felsefenin kendilerine has birer disiplin olma sürecini de tetiklemiştir. Dini baskıların ve siyasi-sosyal olayların gölgesinde Avrupa dikkatini din-bilim ayrımına yöneltmişken, deneye dayalı bilim anlayışının yükselişi ayrımın temellerini atmıştır.

Bu döneme damga vuran bir diğer isim Johannes Kepler (1571-1630) ise kütle çekimi ile ilgili çalışmalar yapmış ve konuya dair yasalar neşretmiştir.

  1. Yörüngeler Kanunu: Her gezegen, odaklarında Güneş’in bulunduğu elips bir yörüngede hareket ederler.
  2. Alanlar Kanunu: Gezegeni Güneş’e birleştiren yarıçap vektörü, eşit zamanlarda eşit alanlar tarar.
  3. Periyotlar Kanunu: Ortalama yörünge yarıçapın gezegenin Güneş’e olan maksimum ve minimum uzaklıklar toplamının yarısıdır.

Bu yasalar evrenin ve Dünya’nın yapısına dair elzem önermeler içermektedir. Maddenin uzaydaki konumunu, dönüş hızını, hatta zaman kavramını bile yeniden yapılandıracaktır. Galilei öldüğünde dünya önemli bir dehayı yitirmişti, ama henüz bilinmeyen bir gerçek vardır. İngiltere, Lincolnshire’da yeni bir deha dünyaya gelmiştir. Tam dört gün önce hayata gözlerini açmış ve dul annesi ona merhum babasının adını vermiştir: Isaac Newton. Daha sonra “sir” unvanını da alacak bu çocuk, çelimsiz bedeninin aksine muazzam zihinsel kapasitesi ile tarihin akışını değiştirecektir.

Newton
Isaac Newton

“Olgulardan doğanın kuvvetlerini keşfetmek, sonra da bu kuvvetler yardımıyla diğer olayları açıklamak.“

1687 yılında yayımladığı Principia adlı kitabında Newton, bilimsel yöntemini bu sözlerle açıklamaktadır. Newton doğanın matematiksel olarak niteliksel bir bütünlüğe sahip olduğunu savunmuş ve doğayı oluşturan her bir küçük parçanın birbirinden ayrılamaz parçalar olduğunu eserlerinde sıkça belirtmiştir. Bu küçük parçaların birbiri ile etkileşimleri ise Newton’a göre bilim aracılığı ile incelenmelidir, çünkü doğada var olan her olay bu parçaların hareketleri sonucu meydana gelmektedir. Ve Kepler’in kütle çekim yasalarını yeniden yorumlamıştır:

  1. Hareketli bir cisim dışarıdan bir kuvvete maruz kalmazsa doğrusal hareketini sürdürür.
  2. Kütlesi “m” olan bir cisme uygulanan “F” kuvveti ile “a” ivmesi arasında F=ma bağıntısı vardır.
  3. Her etkiye karşı ona eşit bir tepki vardır.

Newton yaptığı çalışmalarla Kopernik ile başlayan halkanın en parlak zinciri olmuştur. Çalışmaları astronomi ve mekanik alanlarına çağ atlatmıştır. Bilimsel alanda çok büyük bir ilerlemeye neden olan keşfi ise Newton Hareket Yasaları olarak da adlandırılan Eylemsizlik Kanunu olmuştur. Bu ilke ile maddelerin hareket halinde oldukları durumlarını koruma eğiliminde olduklarını açıklamaktadır. Burada anlaşılması gereken bir cismin diğer bir cisme göre sabit hızla hareket etmesi ya da hareketsizliğini korumasıdır. Newton ile birlikte klasik fizik de inşa edilmiştir.

Descartes

Felsefe kanadında ise Descartes (1596 – 1650) ismi öne çıkmıştır. Skolastik düşünceden sıyrılışın, bir başka deyişle Modern Felsefe’nin Descartes ile başladığı kabul edilir. Temeli şüpheciliğe dayanan felsefi sistemi ‘Cogito Ergo Sum’ ile (düşünüyorum, öyleyse varım) bağdaşır. Septik Şüphe ile Metodik Şüphe kavramlarını da ortaya atan Descartes, Metodik Şüpheyi akla uygun bularak tercih etmiştir. Bu sisteme göre en basit bireysel soruyla başlayıp, ulaşılabilecek en noktaya ulaşılması hedeflenir. Düşünürün diğer önemli özelliği ise bilim-felsefe ayrımıdır. Descartes’dan evvel bilim, felsefenin bir alt dalı olarak görülürken, onun çalışmalarıyla birlikte müstakil bir çalışma alanı haline gelmiştir. Felsefenin şüpheci yaklaşımı, sistemleşir bu dönemde ve iki yola ayrılır. Descartes ile birlikte Leibniz ve Spinoza modern felsefeyi kurmuşlardır. Rasyonalist akımın temsilcisi olan bu isimler, bilginin kaynağının akıl okuduğunu iddia etmişlerdir. Yani deneye ve gözleme dayanan bilimin tam tersi yönde bir gelişme demektir bu.

Leibniz (1646 – 1716) matematik alanında yaptığı çalışmalarla da bilinmektedir. Bu yönüyle Descartes ile koşutluk gösterir. Leibniz’e göre monadlar önceden belirlenmiş bir düzen içinde bulunurlar. Buna önceden düzen kuramı denir. Yürüttüğü düşünce sistemine göre; düşünce ilkeleri, genel fikirler, insan zihninde bir istihdat olarak bulunur, tecrübeyle gelişir. Leibniz Theodizee adındaki eserinde, içinde yaşadığımız dünyanın, dünyaların en düzenlisi, en mükemmeli olduğunu söylemiştir. Leibniz’in bu görüşü Voltaire’in (1694-1778)Candide‘ adındaki uzun hikayesinde gülünç hale getirilmek istenmiştir.

Spinoza

Spinoza (1632 – 1677) ise, tartışmalı ve yoruma açık cümleleriyle bilinmektedir. En önemli eseri Ethica (1677)’da temel kavramları olan töz, nitelik, görünüm ve nedensellikten bahsetmektedir. Töz kısaca nedenini içinde barındıran, kendisini kavramak için kendine ihtiyaç duyan demektir. Görünüm ize tözün görünümü demektir. Bizler görünümüz tanrı ise tözdür ve tanrı zorunlu olarak vardır; ancak durum bu ise töz aynı zamanda herhangi bir şey olabilir, var olduğu ontolojik olarak kanıtlanan bir şeydir. Nitelik ise Tanrının özünde olduğu şeyi gösterendir. Bunların birleşiminde Spinoza, Tanrıyı ‘her biri ebedi ve sonsuz özü ifade eden sonsuz niteliklerden oluşan bir töz’ şeklinde tanımlamıştır. Görüldüğü üzere Spinoza kavramlara farklı içerikler katmıştır; bu durum Spinoza felsefesinin anlaşılırlığının neden zor olduğunun bir göstergesidir.

Spinoza’ya göre insan özgür değildir, daha önce yaşanan her olay şu anki kararları ve yaşananları etkiler. Bu sebeple insanın özgür olması düşüncesinin bir yanılsama, hatta daha da öte bir fantezi olduğunu söylemektedir. Bunun nedeni ise yaptığımız ve yapacağımız şeylerin nedenlerini bilemeyişimizdir. “Beden ve ruh, Tanrının özünden gelen yanılsamalardır” der, böylelikle kendi karar veren verdiği kararlar da özgür olan insan kavramı yok olur. Spinoza felsefesinden çıkan sonuç ise mantıksal neden ve gerçek neden özdeş sayılabilir, yani Tanrı ile doğa ayrı değil birdir.

Rasyonalist düşünceye karşı tutuma sahip düşünürlerden John Locke, George Berkeley ve David Hume isimleri önemlidir. Empirizmi savunan bu düşünürlere göre, bilginin yegane kaynağı deneyimdir.

John Locke (1632 – 1704), İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma (1689) adlı eserinde bilgiyi iki kategoride ele alır. Basit ve kompleks, yani karmaşık ideler. Ona göre sahip olunan bilgi basit idelerin zihinde işlenmesi, karşılaştırılması ya da birleştirilmesi yoluyla elde edilir ve işlenerek kompleks ideler kazanılır. Ayrıca “insanın bilgisi deneyimi kadardır” der çünkü zihin boş bir levha (tabula rasa)’dır ve öğrenmesi gereklidir. Siyaset felsefesinde de önemli bir rol oynayan John Locke, liberalizm fikrinin öncüsü olarak bilinir.

George Berkeley (1685 1753)‘e göre insan düşüncesinin, algılamasının dışında, bağımsız bir dış dünya yoktur. “Varolmak algılanmaktır” (Esse est percipi). “Madde” bir soyutlamadan ve kuruntudan başka bir şey değildir. Bu yaklaşımıyla “maddesizciliği” (immateryalizm) kuramlaştıran filozof, algılama için bir algılayan olmasının zorunluğunu kabul ederse de bunu ruha bağlar. Yanılgılar, kuruntular, hayaller “sonlu ruh”tan (insan) kaynaklanırken, kuruntu da olsa dış gerçeğin nedeni “sonsuz ruh”tur (Tanrı). Berkeley düşüncesi felsefeyi mantığının son ucuna kadar götürmesi yüzünden bilim karşısında tutunamadığı halde çağdaş düşünceci akımların (kaba deneyci eleştiricilik, içkincilik), filozofların (Mach, Kauffmann, Schuffe) kaçınılmaz kaynağı olmaktadır.

David Hume (1711 – 1776), zihin algılarını iki gruba ayırarak incelemiştir: idealar ve izlenimler. İdeaları izlenimlerin rafine hali ya da kopyası olarak betimlemektedir, ki böylelikle izlenimlerin daha tutarlı olduğunu öne sürmektedir. Ayrıca insanın kararlarının mantıktan ziyade duygularla alındığını öne sürmüştür. Tutku (passion) olarak adlandırdığı bu duygular, bireyin mantıkla yadsıyacağı şeyleri bile onaylamasına sebep olmaktadır. Çünkü mantık, tutkunun kölesidir: bunu hayatın içinde alınan kararları örnek göstererek kanıtlamaya çalışır; seveceğimiz kişiyi, yapacağımız işi, yaşayacağımız yeri ve hatta benliğimizi geliştirirken bile duygularımız belirleyicidir, mantığa nazaran baskındır. Hume’a göre birey bu gerçekle yüzleşirse, daha mutlu ve huzurlu bir hayata sahip olacaktır. Felsefenin kazanımları ve işlevini önemsemektedir. Eğer filozoflar kitlelere ulaşmak ve ilgilerini çekmek istiyorlarsa, duygulara hitap eden cümlelerle kendilerini doğru anlatmaları gerektiğini öne sürer; basit, gündelik dille yazılan eserler, hem yazarına hem de okuruna faydalı olurlar. Yani; duyguları aktarma aşamasında sempati, güvence, güzel örnekler, teşvik ve estetik bir dil kilit noktadır. İnançlar konusunda hoşgörüyü savunan anlayışıyla da bilinmektedir. Ona göre dini tartışmalar sadece zaman kaybıydı ve herkesin inancına saygı duyulması gerektiğini savunmuştur. Çünkü inançların mantığa değil, duygulara dayanmakta olduğunu iddia etmiştir. İyilik hususunda ise yine duyguların önemine değinmiştir. Kuru mantığa dayanan öğütler yerine duyguları ve kendi deyimiyle tutkuları öğrenmek, iyiliğin içselleştirilmesine katkı sağlayacaktır. Hayatı boyunca yöntemlerin dışında kendine özgün yöntemlerle hareket eden Hume, Ayrıca Descartes’ı çok sert eleştirmiştir: ona göre gereksiz bilgilerin atılması saçmadır fakat Hume’a göre halihazırda bir çok bilgi zaten gereksizdir. Ayrıca iyilik konusunda da karşıt fikirleri bilinmektedir.

darwin evrim
Charles Darwin

Bilime geri dönüp baktığımızda; Galilei, Kepler ve Newton ile gelişen fiziğe tanık olmuştuk, mamafih yeni gelişmeler yeni bilim dallarının da doğumunu müjdelemektedir. Charles Darwin (1809 – 1882) uzun emekler ve bekleyişler neticesinde yayımladığı Türlerin Kökeni kitabı ile düşünce tarihinde büyük bir tepki çekmiştir. Türlerin Kökeni’nde işlenen evrim kuramı üç olgu içermektedir. Kuramın anlaşılabilmesi için öncelikle olguların kavranması gerekmektedir:

  1. Üreme biçimler ne olursa olsun, canlılar geometrik dizi ile çoğalır
  2. Bu eğilime karşı türlerin nüfusu aynı kalmaktadır
  3. Canlılar az ya da çok birbirinden farklılık göstermektedir.

Bunların yanında ise iki tane ilkesi vardır Darwin kuramının:

  1. Yaşam savaşı ilkesi
  2. Doğal seleksiyon ilkesi

Charles Darwin evrim kuramını ortaya atmadan önce, evrim kuramına değinen birçok düşünür olmuştur. Bunların en başında Milattan Önce yaşayan İyonyalı düşünürler gelmektedir. Thales’e göre her şeyin kaynağı su idir. Her şey sudan gelmektedir ve ona geri dönecektir. Thales’in ardından Anaksimandros de ‘İlk varlıklar nemli şeylerden buharlaşarak oluşmuştur; insanoğlu ise balık gibi başka hayvanlardan oluşmuştur’ görüşünü sunmuştur. Bu düşünürlerden sonra gelen Aristoteles ise canlıların kendiliğinden oluştuğunu, organların canlının ihtiyacına göre geliştiği ve basit organizmaların karmaşık formlara evrildiğini söylemiştir.

insan evrim

Milat’tan sonra da kilise yaratılış fikrine aykırı bulduğundan evrim görüşünü yasaklarken, altın çağını yaşayan İslam Dünyasından ünlü düşünür İbn-i Haldun, Mukaddime adlı eserinde insanların maymun dünyasından gelerek insan olduğundan bahsetmiştir. Batıda evrim düşüncesinin gelişmesi ise, aydınlanma çağı ve özgür düşünce ortamının yaygınlaşmasıyla mümkün olmuştur. İlk olarak teoriden bahseden Fransız Comt de Buffon’dır. Fosil ve diğer kanıtlar ile canlıların evrim ile oluştuğu sonucuna ulaşmıştır, ancak kilise tarafından sert bir tepki gelince dediklerini ve ortaya koyduklarını geri aldığını söylemiştir. Daha sonrasında ise Linnaeus’un (1707-1788) taksonomi biliminde ortaya koydukları evrim kuramına ilerleyen dönemlerde düşünsel açıdan çok faydası dokunacaktır.

Bu düşünürlerin ardından da Darwin ve kuramı çok daha etkilemiş olabilecek Erasmus Darwin gelmektedir. Erasmus Darwin bir doğa bilginiydi ve evrim konusuyla ilgilendiği biliniyordu. Erasmus Darwin canlıların edindikleri özelliklerin yeni kuşağa geçerek evrimleştiği görüşündedir. Lamarck da bu görüşü geliştirerek evrim hakkındaki tutarlı ilk sözleri söylemiştir. ‘Canlıların yaşam döneminde kazandıkları özelliklerin ya da uğradıkları değişiklikler kuşaktan kuşağa aktarılır’. Ancak kuramda sıkıntılar vardır ve o dönemde beklenen ilgiyi görmez. Torun (Charles) Darwin 1859 yılında yayınladığı Türlerin Kökeni adlı kitapla Darwin evrim kuramına çok daha mantıklı açıklamalar ve ilkeler kazandırmıştır. Galapagos adasında yaptığı çalışmalarda çeşitli hayvan türlerini inceleyen Darwin, – baskın olarak kuş türleri- zamanla ortama adaptasyon halinde değişimler geçirdiklerini gözlemler. Darwin İspinozu olarak tanınan tür, gagasında bulunan Calmodulin geninden ötürü değişimler yaşamış, gagasının şekli değişmiştir. Bu çalışmalar ve devamına yürütülen araştırmalarla bugünün genetik ve biyoloji bilim dalları ortaya çıkmıştır.

Teşekkür: Yazının genel inşasında ve özelikle biyoloji bölümünün yazımında katkılarından ötürü sevgili dostum Ece Demirtaş’a çok teşekkür ederim.

Kaynaklar:

  • http://www.felsefe.gen.tr
  • Bilimin Öncüleri, Cemal Yıldırım, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Ekim 2014.
  • Johannes Kepler/Yeni Gökbilim, James R. Voelkel, Çev. Nur Özlük, Tübitak Yayınları, Ocak 2018.
  • Isaac Newton, James Gleick, Çev. Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, Şubat 2016.
  • Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri(Principia), Isaac Newton, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, 1998.
  • Descartes, Desmond M. Clarke, Çev. Nur Nirven-Berkay Ersöz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Temmuz 2016.
  • Leibniz, Frederick Copleston, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, Ocak 2013.
  • Spinoza, Frederick Copleston, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, Ocak 2013.
  • John Locke, Roger Woolhouse, Çev. Akın Terzi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 2012.
  • George Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine Bir İnceleme, Çev. Levent Özşar, Biblos Kitabevi Yayınları, Ocak 2015.
  • İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, David Hume, Çev. Ferit Burak Aydar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ocak 2018.
  • Türlerin Kökeni, Charles Darwin, Çev. Bahar Kılıç, Alfa Yayınları, 2017.
  • Darwin ve Sonrası, Stephen Jay Gould, Çev. Ceyhan Temürcü, Tübitak Yayınları, Mayıs 2000.

Önceki

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

Haumea

Haumea: Uzak, Tuhaf, Biçimsiz

Neptün, Güneş Sistemi’nin en uzak gezegeni. Tıpkı bir zamanlar Dünya’nın etrafını çevrelediğine inanılan o sonsuz …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et