Bayrak Teslimi | Zeki Doruk Erden (Kısa Öykü)

“Gelmiş geçmiş tüm canlıların ortak düşmanına -doğaya- diz çöktürebilen, muzaffer tür Homo sapiens’in tüm mensuplarına…”

-Zephania Caelinus Macias, “İnsanlığın Kısa Bir Tarihi”

***

Z.C. Macias’ın “muzaffer türü”nün ikamet ettiği binlerce yıldız sisteminin içinde, Nevae isimli mavi bir yıldız vardı.

Bu yıldızın etrafındaki gezegenler Nevae yıldız sistemini oluşturuyordu ve bu sistemin de yönetimi, hem yıldıza hem de sisteme ismini veren Nevae gezegeninden sağlanıyordu. Nevae, aynı zamanda İnsanlığın Yüksek Konseyi’ne de ev sahipliği yapıyordu ve bu nedenle, medeniyetin bir nevi başkenti olduğu söylenebilirdi.

Birçokları Nevae’yi ve gezegendeki yaşamı “rüya gibi” görüyordu, tıpkı insanığın evi olan diğer gezegenlerdeki gibi.

Ancak bir adam, bunca yıl sonra bile, hala uyuyamamıştı.

***

Zander Savino, bir kızın vücuduna bakıyordu: Eşinin yanan cesedine.

Alevler Tamaya’nın vücudunu sardıkça, içinde bulunduğu fırın aydınlandı. Zander, kızın bilekleri önce kızıllaşıp sonra kararırken öylece bakakaldı.

Bu görüntü tanıdıktı, ancak sonrasında olacakları Zander beklemiyordu… İlk önce Tamaya’nın vücudu ışıklandı, ancak bu ışık artık alevlerden değil, vücudunun içindeki bir çeşit kaynaktan geliyordu. Kızın vücudunu kaplayan bu ışık hareketlendi—Hayır, ayaklandı. Artık ışıktan fazlasıydı: Bir siluetti.

Siluet, sanki arada kapı yokmuşçasına fırını terk etti. Sonra yavaşça Zander’e yanaştı. Siluetin ne yüzü, ne gözleri vardı, ancak bir şekilde Zander, kendisine baktığını biliyordu. Yaklaştı, dokunmaya çalıştı. Tamaya olduğundan emin olmak istiyordu.

Ama yapamadı.

Zander gözlerini açtığında Nevae’deki yatağındaydı, terlemişti. Yanında Tamaya uykusuna devam ediyordu.

Zander doğruldu, camdan dışarı, seslerin geldiği avluya baktı. Bu saatte iki kişi daha uyanıktı: Zander’in babaannesi ve Zander’in torunu. Küçük oğlan yine uyuyamamıştı ve bu durumu düzeltmek de ihtiyara kalmıştı.

Avlu’nun ardındaki yolda, uzun bir aracın yolcularını aldığı görülüyordu. “Mahkûmların” vardiyasının bitiş saatiydi ve çukurlarına dönme zamanları gelmişti.

Zander terasa geçti, bir puro yaktı. Arkasındaki duvarın arkasından, hayal meyal annesi ile babasının flörtlerini duyabiliyordu. Aldırmadı. Hala rüyasını düşünüyordu.

Anlaşılan, bir zamandır aklını kurcalayan düşünceler uykusunu da işgal etmeye başlamıştı. Unutmaya çalıştığı anıları geri getiriyorlardı. Onlarca yıl önceden kalan anıları. Tamaya’nın ölümünün anıları.

Rüya, kızın cansız bedenini, içinde barındırdığı az miktarda kimyasal enerjiyi elde etmek için yanmaya gönderdikleri gündendi. Ömrünü geçirmeyi hayal ettiği bu kızın yüzünün, alevlerle kömürleşmesini izlerken, bir yandan da çocukların bakmasını engellemeye çalışıyordu.

Hayatının en korkunç anı sayılabilir miydi? Hayır. Bu anın öncesi ve sonrası da vardı.

Tamaya’ya doktorlar iki ay ömür vermişlerdi. O üç ay yaşadı.

İlk iki ayı, hüzünlü ama güzel zamanlardı: Doya doya geçirmişler, yapmak isteyip yapamadıkları birçok şeyi yapmışlardı. Ondan sonrası ise tam bir felaketti.

Doktorların verdiği ömrü geçiren Tamaya, her an ölme korkusuyla delirmişti. Geceleri kabusarla çığlık çığlığa kalkıyor, durduk yerde sinir krizleri geçiriyordu. Evden çıkmıyordu, Zander de çocukları yanına getiremiyordu.

Nihayetinde bir gün, kendini kaybetmiş şekilde evin altını üstüne getirirken yere yığılıp ölmüştü.

Zander için berbat bir dönemdi, ama hala en kötüsü değil.

Tamaya’dan sonra iki bomboş yıl geçirmişti.

Bağımlılıkları başlamıştı: Tüm parasını alkole ve tütüne yatırıyordu. Paranın hala bir “dengeleme” aracından ziyade, bir “güçlenme” aracı olarak kullanıldığı günlerdi, bu da hem çocukların eğitimini karşılamada, hem de kendi hayat kalitesinde ciddi bir darbe yaratmıştı.

Hiçbir üretkenliği olmayan, hiçbir şey öğrenmediği, tamamen boş geçen iki koca sene… Kendini yiyip bitirdiği onlarca hafta, yüzlerce gün… En nihayetinde bir psikolog sayesinde bu durumdan kurtulup hayatına devam etmişti. Alışamamıştı, ama yapması gereken bir görevi, sorumlu olduğu bir uygarlığı vardı.

Ve bu emeğinin karşılığını, bu uğurda çaba harcayan diğer tüm insanlar gibi, fazlasıyla aldı.

Tamaya yan odada uyuyordu ve sonsuza kadar Zander’le olmaya devam edecekti.

Bir daha gitmesine olanak yoktu, çünkü vücudundan en ufak bir DNA parçası kullanılarak, istediği yaşta yeniden hayata getirilebilir, aynı kişiliğe ve öldüğü ana kadar olan tüm anılarına sahip olabilirdi.

Peki, Zander bunun olacağını, kız ölmeden önce bilseydi ne değişirdi?

Bütün o acıları yeniden çekme ya da çekmeme tercihi olsa hangisini seçerdi?

Bu düşüncelerini, yarın, günlüğünün “Dirilişten Sonra 1268. Gün” başlıklı sayfasına kaydedecekti.

***

Zander Savino, Merkez Kütüphanesi’nin kaynakları arasında gömülmüş vaziyetteydi. Elinde, dört bin sayfalık devasa bir elektronik kitap vardı:

“İnsanlığın Kısa Bir Tarihi”

İnsanlık tarihi, Zander’in fazlasıyla hâkim olduğu bir konuydu, ancak yine de kitabın giriş bölümüne bakıyordu saatlerdir. Her şeyin bir özet olarak sunulduğu bu kısım, süreci bir bütün olarak görmek, üzerine düşünmek için oldukça idealdi.

Hem bu açıdan bakmak, insanın nasıl muzaffer tür olduğunu anlamada yardımcı oluyordu.

İnsan, önce uzay-zamanı bir bütün olarak ifade etmeyi başarmıştı. Böylece, Güneş’ten gelen radyasyon yüzünden yaşanılmaz hale gelen Dünya’yı terkedip önce galaksinin, sonra da evrenin geri kalanını evi yapmıştı.

İnsan, Dünya’dayken de çevresini kendi arzularına göre değiştiriyordu, doğru, ancak yeni evlerinde bu durum bambaşka bir boyuta taşınmıştı. Maddenin kendisini manipüle etme yeteneği sayesinde, sadece çevresini değil, bu yeni dünyaların kendilerini de değiştirebilmişti. Zehirli gazlardan oluşan atmosferler bol oksijenli hale getirildi, yeryüzü şekilleri kendi şehir şablonlarına uyumlu bir hale sokuldu. Ve en güzeli de, Dünya’dakinin aksine, bunların doğayla çatışmadan yapılabilmesiydi.

Belki de en önemli gelişmelerden biri, doğadaki Temel Kuvvetleri manipüle etmeyi öğrenmeleriydi. Bu şekilde, herhangi bir yerde gerçekleşen tepkimeleri kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebiliyorlardı. Bu sayede, kelimenin tam anlamıyla sınırsız enerji kaynağına sahip oldular.

Bu yolla enerji elde ettikleri gibi, başka şeyler de yapmışlardı: Nevae ve yayıldıkları diğer tüm sistemlerdeki yıldızların gelişimini durdurmuşlardı. Böylece, hiçbiri etrafında dönen gezegenlerdeki yaşamı tehdit edemeyecekti.

Bilim insanları, teorik olarak evrenin genişlemesinin –ve dolayısıyla bu genişlemenin kaçınılmaz sonucu olan çöküşün- durdurulabileceğini ispatlamışlardı ve bu konu üzerine pratik araştırmalar yapılması gündemdeydi. Bunu başarmak için daha önlerinde milyarlarca yılları olduğu için sıkıntı yoktu.

Milyarlarca yılları vardı, çünkü şu anda insanın sonunu getirebilecek tek güç evrenin yok olmasıydı. Ve o da engellenecekti.

İnsanlık, sonsuzluğa ulaşmıştı. Artık onun önünde hiçbir engel yoktu.

Ve biyoteknolojideki akılalmaz gelişmeler sayesinde, bu sonsuzlukta emeği olan herkes, yaşayan veya ölmüş farketmeksizin, zaferden payını almak üzere davet edilmişti.

Yüz milyarlarca insan… Kimisi yüz binlerce yıl önce yaşamış yüz milyarlarca insan… Binlerce yıldız sisteminde, milyonlarca gezegende…

Diriliş ile yeniden diriltilen ilk insanların soyağaçlarının gidebildiği kadar eskiye gidilmiş, DNA izleme yöntemleri ile istenilen hemen her bireyin genetik materyalinin şöyle veya böyle bir kalıntısı bulunmuştu. Dünya’nın kalıntılarına da gidilmiş, tüm Güneş Sistemi genomlar için araştırılmıştı. On binlerce yıl öncesine kadar ulaşabildikleri her insanı diriltmişlerdi.

Ancak elbette, herkesin bu medeniyetle uyum içinde yaşayabileceğinin garantisi yoktu. Bu yüzden diriltilenlerin hafızaları görüntüleniyor, geçmişte yaptıkları ve düşündükleri inceleniyor, bu yöntemle ikiye ayrılıyorlardı: Basitçe “faydalı” ve “zararlı”lar. Ya da, halk arasındaki deyimle, “iyiler” ve “kötüler”.

İyiler, medeniyetin özgür bir parçası oluyordu. Kötüler ise o kadar şanslı değildi.

Onlar, birer “mahkûm” olarak sonsuza dek insan medeniyetinin tıkırında işlemesi için gerekli, insan gerektiren ağır işlerde çalışıyorlardı. İnsanlığın sonsuzluğundan zevk almayı haketmeyenlerin bu işlere uygun olduğuna karar verilmişti.

Bir süre sonra, yüzleri kızıllaşmış, kirlenmiş, sefil olmuş bu bireylere insan demeyi kesmişler, sadece “mahkûm” olarak hitap etmeye başlamışlardı.

Çünkü insanın zaferinde hiçbir katkıları olmadığı gibi, bundan gurur duyabilmeleri için hiçbir sebep de yoktu.

Zander, kitabın üstünden son bir tarama yaptıktan sonra, kütüphaneden çıktı. Az sonra, haftalardır beklediği konsey toplantısına gidecekti.

***

Zander, saygıdeğer bir toplum bilimciydi. Uzun yıllar boyunca, konseyin düşündüğü kararların olası sosyal analizlerini yapmış ve hemen her zaman haklı çıkmıştı. Diriliş’ten sonra sürekli konseye danışmanlık yapmış, her yardıma çağırdıklarında koşmuştu.

Normal bir insanın konseyden randevu alması, yoğunlukları sebebiyle epey zorluk çıkarırdı, ama Zander’in biraz ayrıcalıklı olduğu söylenebilirdi.

Konsey toplantısına adım attığından beri, bütün o ayrıcalığı kaybettiğini hissediyordu.

“İmkânsız,” dedi Konsey Başkanı Philo. “Buna gerek olduğunu düşünmüyorum. Dahası, istediğin şey oldukça riskli.”

“Nedir bu risk, Sayın Başkan?” diye sordu Zander.

“Zamanda dalga iletimini yapabiliyoruz, evet, ama madde ve enerjinin de iletimini yapma imkânımız var. Bu teknoloji, suistimale çok açık olduğu için bizden önceki konseylerin kararıyla yasaklandı. Eğer bu bir kere yapılacak olursa, halka açılması için talep gelecek.” Başkan duraksadı. “Hem… Dediğim gibi, buna gerek yok. Daha ne isteyebiliriz ki? Daha ne istiyorsun ki? Tüm tanıdığın insanlarla beraber, sonsuz bir hayat yaşayacaksın. Bu sonsuz hayatın, sonsuz lüks içinde olacak ve kimse sana karışmayacak. Bundan sonra ne farkeder?”

Zander sordu: “Sayın Başkan… Yaşınız, göreceli olarak genç. Merak ediyorum, acaba Diriliş’ten önce, çok yakın olduklarınızdan birini kaybetmiş miydiniz? Anneniz? Babanız? Kardeşiniz? Eşiniz?”

“Hayır, Zander.”

Zander derin bir nefes aldı. “Ben Diriliş’ten yıllar önce eşimi kaybetmiştim, Sayın Başkan” diye itiraf etti. “O zamanlar Diriliş hakkında herhangi bir çalışma yoktu ve kimsenin böyle bir şey yaşanabileceğini tahmin etmesi mümkün değildi.

“Eşim, Tamaya, ölüm korkusu ile son günlerinde delirmişti. Hem bana, hem ailemize, hem de kendisine büyük acılar çektirdi o dönemde. Ki sadece Tamaya değil, hepimizin şöyle ya da böyle bu tip vakaları duymuşuzdur. Sık rastlanan bir şey.

“Öldüğünde ise, yıllarca hayat düzenimiz mahvoldu. Çocuklara destek olmam gerekirken, çocuklar bana destek olmaya çalıştı. İşimi bıraktım, bağımlılıklarım başladı. Yıllarca kendimi hırpaladım ve Diriliş’ten sonra, etiyle kemiğiyle karşımda görene kadar da, baskılamış olsam da, bu his hep devam etti.”

Philo gözlerini Zander’e dikmişti. Zander devam etti.

“Benim söylemek istediğim: Geçmişte bu uygarlığın dokusunun oluşmasına yardım etmiş bu kadar insanın, geleceği bilmeye hakkı var. Bilim insanlarının ve mühendislerin, emeklerinin boşa gitmeyeceğini ve onlara geri döneceğini bilmeye hakkı var. Dedelerin ve ninelerin, torunlarının eşlerini görebileceklerini bilmeye hakları var. Bir sanatçının, yarattığı eserin kendisinden sonraki kuşakları nasıl etkileyeceğini bilmeye hakkı var. Ya da, annesinden koparılan bir çocuğun, bir gün yeniden onun kucağında yatabileceğini bilmeye hakkı var.”

Salona derin bir sessizlik hâkimdi. Zander, konsey üyelerine düşünmeleri için zaman tanırken, ta toplantının başında önüne konmuş ılık kahveden bir yudum aldı.

Sonra yeniden Philo’ya döndü.

“Sayın Başkan, geçmişle iletişim kurmak konusundaki endişelerinizi anlıyorum. O yüzden, bu yapılanın buradaki beş insanın dışına çıkmayacağından emin olduğumu söylemek istiyorum.”

“Bu konseyin kuralları vardır, Zander. Kurallara karşı gelemeyiz.”

“Ama geçmişte karşı gelindi,” diye diretti Zander. “Başka kurallara karşı gelindi ki yeni kurallar konabilsin. Konsey’in tek bir nihai kuralı vardır, Sayın Başkan, o da insanlığa en iyi şekilde hizmet etmek için ne gerekiyorsa yapmaktır.” Bir an için tereddüt etti. “Bunun bilincinde olduğunuzu biliyorum.”

Başkan Philo da kahvesinden bir yudum aldı. “Peki, önerdiğin tam olarak nedir?”

“Birçok antik uygarlığın, hatta uygarlık tanımına daha erişmiş sayılamayacak tarih öncesi toplulukların dilini anlayabiliyoruz. Bunlardan, erişebileceğimiz en eskisine gidip, büyük bir dürüstlük ve sadelikle günümüzü anlatmak. Elbette anlayabilecekleri dilde.”

“Ne diyeceksin, mesela?”

“Ölümün bir son olmadığını,” dedi Zander. “Bir gün, Dünya yokolduktan sonra, insanlık en çaresiz anlarını yaşadıktan sonra, hayata yeniden gözlerini açacaklarını. Ve ‘iyi’ insanların, bu sonsuz hayatlarını, istediklerini yapabilecekleri, tüm sevdikleriyle bir arada olacakları, huzurlu ve mutlu bir ortamda sürdüreceklerini. Ve ‘kötü’ insanların ise ebedi bir mahkûmiyetle bu huzuru bozmalarının engelleneceğini.”

Konsey başkanı Zander’i dikkatlice dinlemişti. Karar verilme aşamasına geçildiğini belirten, kalıplaşmış sözü söyledi:

“Diğer konsey üyelerinin yorumlarını duymak istiyorum. Bu kararın geleceğinde ne görüyorsunuz?”

İlk olarak, başkana en yakın oturan üye ayağa kalktı.

“Huzur görüyorum,” dedi üye Demetrius. “İnsanlığın geçmişi, ölüm korkusunun uç örnekleri ile dolu, ancak bu kadar gitmemize gerek olmadığını sanıyorum. Hepimizin içinde, Diriliş’ten önceki hayatımız boyunca içimizi yiyen bu korku, az ya da çok bulunuyordu ve bizi kötü yönde etkiliyordu. Bunun giderildiği bir ortam, bireylerin daha huzurlu yaşamasına, sınırlı yaşamın sınırlı kaynaklarını sonuna kadar kullanmalarına sebep olan gereksiz hırslardan kurtulmalarına olanak sağlayacaktır. Ayrıca, Sayın Savino’nun değinmediği bir nokta: ‘Kötü’ ve sevilmeyen bireylerin cezalandırılacağını bilmek, hem bu bireylerin sayısının azalmasını sağlayacaktır; hem de onların hareketlerinin sonuçlarına katlanmak zorunda olan insanlara psikolojik kolaylık sağlayacaktır.

“Bahsedilen müdahelenin, daha güçlü ve daha huzurlu bir topluma zemin yaratacağını öngörüyorum.”

Demetrius’un oturdu. İkinci üye ayağa kalktı ve konuşmaya başladı.

“Kaos görüyorum,” dedi üye Antonius. “Böyle bir sonucun bilinmesinin hiç beklemediğimiz etkileri olabilir. Belki hiç farketmedik ama, insanlık tarihi, sonsuz yaşam arayışlarıyla doludur. Bu, fiziksel yaşam olarak imkânsız olsa da, bir şekilde diğer yollarını bulanlar olmuştur. Kendinden bir miras bırakmaya ve bu eserle adını gelecek nesillerde yaşatmaya and içmiş sanatçılar gördü insanlık. Fikirleri ile kendilerini yaşatmış liderler, filozoflar gördü.

“Ve hepsinden önemlisi, kendilerini soyutlanmış bir birey olarak görmeyen insanlar gördü. Bu insanlar, kendilerinden önce gelenlerin yarattığı ve kendilerinden sonra geleceklerin şekillendireceği bir medeniyetin parçalarından olduklarının bilincindeydiler. Kendilerini soyutlanmış görmediler, insan medeniyetinin bir parçası olarak gördüler. Ve ne yaptılarsa insanlık için yaptılar. Kendileri kısa, insanlık uzun ömürlüydü. Bu yalın gerçek, bu kafada düşünen bireyleri birleştirmiştir. Vücudumuzdaki hücreler, kendi varlıkları için değil, çok hücreli bir organizmanın varlığı için çalışmaktadır. Evrimsel sürecimizde bu bize avantaj sağladığı için buradayız. Aynı şekilde, kendilerini değil, medeniyeti bir bütün olarak düşünen bireylerin çoğunlukta olması, insanlığın başarısını garantileyecektir.

“Bu bağlamdan baktığımda, yapacağımız müdahelenin bunu baskılayacağını, insanları sonsuz bir hayat sarhoşluğuyla bencilleştireceğini ve belki de rehavete sokacağını görüyorum. Sonucun, bugünkü kadar başarılı olamayan, hatta belki yokoluşa kurban gidecek bir insan medeniyeti olacağını öngörüyorum.”

Antonius oturdu ve gözler konseydeki üçüncü ve en yaşlı üyeye çevrildi. Kıdemli Üye Eustrous, yavaşça yerinden kalktı.

“Fırsatlar görüyorum,” dedi güçsüz bir sesle. “Demetrius da, Antonius da çok güzel noktalara parmak bastılar. Hangisinin öngörüsünün daha güçlü olduğunu bilemeyiz. Çünkü unuttuğumuz bir nokta var ve bu nokta, bu kararın geleceğini kestirmeyi imkânsız hale getiriyor.

“İnsanlar soracaklar. Anlamayacaklar ve ‘nasıl?’ diye soracaklar. Biz, bu mesajı ilettiğimiz zamanın insanına bir cevap veremeyeceğiz. Ve böylece, bu nasıl sorusu yayılacak. Bu soruya, zaman içinde, farklı bağlamlarda ve farklı bireylerin zihinlerinde, farklı cevaplar verilecek. Bu cevaplar, farklı yorumlara dönüşecek. Ekleyecekler, çıkartacaklar, isimleri değiştirecekler… Ama bizim gerçeğimiz, artık gerçek olmayacak, uzak geçmişin insanlarının akıllarında somutlaştırabildikleri metaforlarla süslenmiş düşünce akımları olacak.

“Değerli konsey üyeleri ve Sayın Zander Savino. Bahsettiğimiz şey, ufak bir müdahele değil. İnsanın kendisini değiştirecek bir bilgi bu. Ancak bizim gerçeğimizden çok, onu algılayanların yorumları önemli olacak. Cevapları ve yorumlar, birbirlerinden mesafelerle ve kafa yapılarıyla izole olmuş antik toplumları değiştirecek. Kültürlerini şekillendirecek, yaşayışlarını şekillendirecek. Bu yeni yolların insanları nereye götüreceğini bilemeyiz, kestiremeyiz.

“Ben, bu konseyin verdiği kararların tarihinde belki de ilk defa, somut olarak hiçbir şey öngöremiyorum. Ancak tarihte sıklıkla gördüğümüz gibi, bir kez daha insan, elindeki fırsatlarla kendi yolunu kendi çizecektir.”

Kıdemli üye Eustrous yerine oturdu.

Kısa bir sessizlikten sonra Zander, umutlu gözlerle Philo’ya baktı.

“Sayın Başkan, ne düşünüyorsunuz?”

***

Karar verilmişti.

Sadece Zander Savino ve dört konsey üyesinin bilgisi ile, Homo sapiens’in şafağından, mücadeleler ve acılarla dolu uzun gecesinin başlangıcına bir geçit açıldı.

Zamanın dokusu, Dünya’nın dört bir yanındaki bireylere iletilen mesajlarla yeniden şekillendi. Mesajlar yayıldı, yayılırken değişti, değişirken yorumlandı, yorumlanırken insanlığın kaderine yeni bir yön verdi.

Bu yeni yol, onu nereye götürecekti?

Bu sorunun cevabını ne Zander’in, ne de Konsey’in bilmesine imkân yoktu.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

gezegen astronot uzay

İmkânsıza Yakın | Sa Bahattin (Kısa Öykü)

O gün, gezegene inişimizin on dördüncü günüydü. Son birkaç gündür yaptığımız gibi örnek toplamaya çıkmıştık. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et